Renkler Solmasın Kültürler Kaybolmasın

             
 
GÜNCEL
ARAMA MOTORU

Web'de Ara Site içinde Ara
 
Forum sözleşmesi


E-posta: Şifre: Şifre Hatırlat | Üye Ol

KONUYU AÇAN: filit 88.229.202.***
7.07.2009 21:44:05
Konu: süryani olmak
ateşin ve güneşin çocuklaeına bin selam süryanilik anlatılmaz yaşamak lazım bir daha dünyaya gelme fısatım olsa yine süryani doğmak isterdim. yaşamak direnmektir diyorum asla aslını unutmamak lazım. kendimizi tanıtma fırsatı veren bu siteye emeği geçen tüm günül dostlarına ayrıca kucaklar dolusu sevgi ve en derin saygılarımı sunarım
 
Kimden: firat  79.214.67.1***
10.07.2009 16:42:25
Cevap: süryani olmak
FILIT KARDES AL BENDENDE O KADER süryanilik deyip gecme tabiki herkesin dinine mesebine saygimiz sonsuzdir ama bize göre süryanilik bambaskadir cünkü kutsaldir bariscidir demokrasidir yardim severdir dürüstdir var var var saymakla bitmiyor ve herkesi davat ediyorum zorlan deyil kendi iradesile baski siz incili okuyupta beyene hosgeldin diyorum

SAYGILAR
 
Kimden: beer  84.73.180.5***
12.07.2009 04:08:13
Cevap: süryani olmak
Firat ve filit . ne soylemek istediyinizi anlamak isterim? hangi anlamda suryanilik ne demek suryanilik dunyanin medeniyetini baslangici olarak dunyanin ilk imparatorlugu kuran bir milletir arkadaslar lutfen tarihi carpitmiyalim . suryani demek benim kanimdir suryani demek tarihimdir suryani demek benim serefimdir suryani demek benim topragimdir suryani demek benim namusumdur suryani demek benim sahidlerimdir suryani demek hiristiyan demek deyildir lutfen arkadeslar futhulaci olmiyalim .kutsal incili karistirmiyalim lutfen sen ve ben olmiyalim bikmadiniz hala yeter artik bos laflardan karnimiz toktur. YASASIN ASURI- SURYANI MILLETIMIZ
 
Kimden: serap  78.183.63.1***
30.08.2009 00:14:14
Cevap: süryani olmak
süryanilik nasıl yaşanır biri anlatırmı müslüman kızı kabul ederlermi ben aşık oldumda...
 
Kimden: ali  88.251.207.***
30.08.2009 00:58:15
Cevap: süryani olmak
bence insan olmak en güzeli sonuçta hepimiz ölecez ozaman kürt türk süryanilik bir işe yaramayacak...bizim kabemiz gönül olmalı, yap gönül ol hacı...ne gerek var kalp kırmaya arkadaşlar...insan sevgisi en güzeli...3 yaşındaki çoçuk ne bilir ırk,dil, din onun gözünde kim sevgi gösterirse ona yönelir...hepimiz öle olalım...
 
Kimden: filit  78.163.77.1***
6.09.2009 14:08:07
Cevap: süryani olmak
en az üç bin yıllık geçmişini bilmeyen karanlıkta yolunu bulamaz. geçmişini unutmamakla ırkçılığın ne alakası var anlamış değilim. ali ve fırat arkadaşlarının hangi akla hizmet etrtiğini anlamadığım gibi. artı serap arkadaş biz evrensel düşünüyoruz. evlilikle din ayrı konular bunu iyisimi bir din adamıyla görüş diyorum
 
Kimden: filit  78.163.77.1***
6.09.2009 14:11:27
Cevap: süryani olmak
düzeltiyorum. beer arkadaş yazacağıma fırat yazdım fırat arkadaşın hoşgürüsüne sığınıyorum bu konuda beer arkadaşa atıfta bulunmak istedim aslında
 
Kimden: Süreyya  31.200.16.7***
13.12.2012 05:28:06
Cevap: süryani olmak
hepimiz ölecez ozaman kürt türk süryanilik bir işe yaramayacak

Bunu söyleyen arkadaşı kutluyorum efendim. Çok gerçekçi bir arkadaşmış, bunu diyen arkadaş.

Hesap gününde, bu dünyada yaptığımız iyi kötü her şeyden hesaba çekilirken Allah – senin ırkın ne – diye bir soru sorup ona göre muamele etmeyecek di mi?

-Kimlerdensin?
-Süryani’yim
-Geç, sorgu sual yok sana. Çünkü sen kutsal bir soydan geliyorsun.
-Oldu efendim görüşmek üzere.

Süryaniliğin kutsal olduğunu söyleyen arkadaş bir yandan da İncil okumasına davet ediyor bizleri. Ben çok garipsiyorum bu arkadaşları. Bu arkadaşların işine gelmiyor ama ben söylemekten çekinmicim. Yahudilerin Musası da, Hıristiyanların İsasıda bizim. Bizim peygamberlerimiz. Bu Peygamberlerin getirdiği dinlere bozulmamış haliyle, o zaman inananların hepsi Allahın izniyle cennette. Ha ama sen çıkıp tanrı İsa dan bahsedersen ve şuan ki incile inanmamızı söylersen, hâşâ gelmeyiz biz senin gittiğin yere.
 
Kimden: baterisst  94.55.210.1***
13.12.2012 23:32:29
Cevap: süryani olmak
Sn süreyya.

Müslümanların en büyük sorunu bilgisizliğiniz ve bu halde bile küstahlaşanilmeniz.İtisnalar kaideyi bozmaz.
Hayır efendim isada musada sizin değil siz öyle zannediyorsunuz.Başka dinlerininde böyle birşey kabul ettiği yok zaten.ha bide isanın tanrılığınada değinmişsin mademki o halde gitte minarelerinizdeki hilal işaretinin nerden geldiğini bir araştır.El-lah denilen bir arap putu bügün sizler tarafından tanrılaştırılmıştır.Peygamberiniz Hz.Muhammed bile el-lah ın kızları olan lat,menat ve uzzaya
övgüler sunuyor.Sonrada muhammedi şeytan konuşturdu diyor kuran.Araştır göreceksin.Bir peygamber günaha düşüp kuranda putlara övgü sunuyor ve hala peygamber oluyorsa o halde isa mesih çölde 40 gün açken şeytana galip geldiyse İSA MESİH TANRININ TA KENDİSİDİR.ZORUNUZA GİTMESİN İNANMAK ZORUNDA DEĞİLSİNİZ.KENDİ DİNİNİZİ Bİ GERÇEKLERİYLE ÖĞRENİNDE BİZİMKİNİ SONRA ÖĞRENİRSİNİZ.EL-LAH SENİ KORUSUN TABİ KIZLARIDA, BİDE HİLALİN ESİNİ OLAN AY TANRISI HUBELDE SENİ KORUSUN.
 
Kimden: Süreyya  31.200.71.7***
14.12.2012 02:35:25
Cevap: süryani olmak
Hadi ordan cahil cüheyla Fanatik Hritiyan seni

Senin gibi fanatik hristiyanların en önce ortaya attığı yumurtladığı şeyde bu dediğin şeyler zaten. Ben duymaktan bıktım ama siz söylemekten bıkmamış olacaksınız ki karalama kampanyanızı değiştiremediniz bir türlü. . Bununla mı vuracaksın benim Allahıma yaratıcıma tek İlah olarak kabul ettiğim teslim olduğum rabbime inancımı be ey gafil bey ey kaybedilmiş.
AY KÜLTÜ İDDİASI
Bu iddianın ilk çıkış noktası fanatik Hıristiyanlardır. İslam dinin karalama çalışmasıyla bu iddiaları ortaya atmaktadırlar. Buna göre Allah ismi, Kuran’ın gelişinden de önce vardı. Araplar, İslam dininden önce de Allah’ı biliyorlardı. Bu iddiaya göre Allah yani El- İlah Ay tanrısının adıydı.İslam inancı da Ay kültünden gelmekteydi. Bu iddiaların ışığında diğer semavi dinlerle hiçbir ilgisinin olmadığını, arkeolojik bulgularda bulunmuş bazı kabartma resimleri delil olarak öne sürmektedirler.Bu iddiaların tümü açık bir saptırmadır. Bu iddialar detaylı incelendiğinde gerçek bir temelinin olmadığı ortaya çıkacaktır. Şimdi madde madde bu iddialara bakalım:
1-Arapların İslam öncesi Allah inancı olduğu fikri yeni bir buluş değildir. Peygamberimizin babasının adı bizzat “Abdullah” ( Allah’ın kulu) dur. Kuran’da bu gerçek, bir çok ayette ifade edilir. Bunlarda birisi şöyledir:39/3- Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah ındır. O ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) "Biz, bunlara bizi Allah a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Bu ayetten de anlaşılacağı gibi peygamberimizin döneminde müşrikler Allah’ı biliyordu; ama “Putlara bizi Allah’a yakınlaştırsın diye tapıyoruz” diyorlardı. Onlarda Allah’ı tümüyle bir inkar söz konusu değildi. Sadece bazı putları ona ortak koşuyorlardı.
Allah inancı İslam öncesi diğer hak dinlerden geliyordu. İslam dininin ilk geldiği dönemde İbrahim dininden gelen “Hanef” dini de bu ortamda bulunmaktaydı. Bunlar dinlerini dejenere etseler de İbrahim’in dininden gelen birçok ibadeti ve inancı korumayı başarmışlardı. O yüzden İslam öncesinde de Allah inancı ve hac, namaz, oruç gibi ibadetler de bozulsa da hala mevcuttu. Dolayısıyla İslam geldiğinde bu kavram ve ibadetleri onlardan almamış, aksine onları ilk defa insanlara buyuran Allah, hataları düzelterek tekrar Hz. Muhammed vasıtasıyla tüm insanlara emretmiştir.
2-Bu konuda delil olarak gösterilmeye çalışılan arkeolojik bulgularda kasıtlı olarak çarpıtılmaktadır. Bu bulgular Mekke bölgesinde değil oradan çok daha uzak güney Arabistan bölgesinde bulunmuştur. Bu bulgular kasıtlı olarak Kuzey Arabistan’da bulunmuş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
3- Ay tanrısı Arkeolojik bulgularda “Sin” olarak geçer. Allah (el-ilah) kelimesinin ay tanrısı olduğu iddiasını destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. Buna rağmen bu tarz iddialarda birkaç resim koyup altına böyle bir yorum yazarak Ay tanrısının Allah olduğunu iddia ederler. Eğer biraz bunun kökeni soruşturulsa, bu iddiaların fanatik din düşmanlarının vehmi olduğu ortaya çıkacaktır.
4- Camilerin Kubbesinde ay sembolünün bulunması Ay kültünün bir uzantısı olduğunun delili olarak sunulmaktadır. Bu da oldukça desteksiz bir iddiadır. Camilerin tepesine ay sembolü konması Peygamberimizin döneminde kullanılan bir sembol değildir. Hatta halifeler döneminde de kullanılmamıştır. Bu adeti ilk yapanlar Emeviler de olmamıştır. Bu adet ilk defa Araplar tarafından değil, Türkler tarafından uygulanmıştır. Alparslan 1064 te Ani yi fethedince camiye çevrilen katedralin kubbesindeki büyük haç indirilip yerine büyük bir hilal konulmuştur. Ve bundan sonra bu uygulama gelenek haline gelmiştir. Müslümanların ay takvimi kullanmasının yine Ay kültüyle alakası yoktur. İslam geldiğinde var olan takvim budur. Ve Müslümanlar da bunu kullanmışlardır. Sonradan bu takvime geçmemişlerdir. Bu iddiaların hiç birinin temeli yoktur. Sadece akla gelen her şey, temelsizce bu şekilde vehimlerle açıklanmaya çalışılmıştır. Yoksa herhangi bir akli ve bilimsel bir dayanağı yoktur.
5- Bu konuda en açıklayıcı nokta ise Allah kelimesinin kökeni ile ilgilidir. Allah kelimesi “El-İlah”tan gelir. “El” takısı İngilizcedeki “the” gibidir. Allah (El- İlah) “The God” anlamına gelir. Yani Allah El- İlah belli bir ilahtır. Bu kelime sadece Arap dilinde yoktur. Arapçanın mensubu olduğu Sami dillerinde de bu kelime vardır. Örneğin İbranice’de “Elohim” ( Tanrı) kelimesi bu kökten gelir. Ayrıca yine aynı dil ailesinden gelen ve Hz.İsa’nın ana dili olan Aramicede de aynı kelime vardır. Hem de Arapçadaki “İlah” kelimesiyle aynı kelimedir. Okunuşu da aynıdır.
Bu konuda Aramice bir sözlüğe ulaşamayanlara bir filmi kaynak olarak gösterebiliriz. Mel Gibson’un yönettiği “Passion” filminde, konu orijinali gibi olması için o dönemde konuşulan diller seçilmiştir. Filmde, İsa rolünde oynayan kişi de Aramice konuşmaktadır. Bu filmde bir çok yerde Tanrı kelimesi kullanırken Aramice “İlah” şeklinde telaffuz edilir. ( Bu filmi seyretme imkanı bulunanlar, Hz. İsa rolündeki kişinin çarmıha gerildiği sahnede, Aramice Allah’a dua ederken “İlah” diye seslendiğini duyabilirler, yine benzer bir şeyi Yahudi rolündeki kişinin Hz. İsa’yı sorgularken, “Sen Allah’ın oğlu musun?” diye sorarken, yine Aramice “ilah” kelimesini söylediğini duyabilirsiniz.”)
Bu gerçek Fanatik Hıristiyanların iddialarını tümüyle boşa çıkartmaktadır. Eğer El- İlah ay tanrısıysa, Hz. İsa’da bu tanrıya inanıyordu. Ona bu isimle dua ediyordu. Böyle bir şey söz konusu değildir. Hz. Muhammed’in seslendiği Allah ile Hz. İsa’nın seslendiği Allah aynıydı. Ve o her şeyin yaratıcısı olan eşi ve benzeri olmayan yüce Allah’tır.Dolayısıyla bu iddiada bulunan Hıristiyanlar bilmeden kendi kendilerini yalanlamaktadırlar. Bu iddialarda bulunanlar kendi dinlerini bilmeden, Aramicede tanrının ne demek olduğundan haberleri olmadan, İsa’nın konuştuğu dilin farkında olmadan bu vehimleri söylemişlerdir.
6-Bu tip çalışmalar yukarıda da söylediğim gibi fanatik Hıristiyanlar tarafından ortaya atılmaktadır. Bağımsız bilim adamları bu iddialara destek vermez. Bu konuda Türkiye’de ateist çevrelerin destek olmasının sebebi, olayın bilimsel temellerine dayanması değildir. Adeta “Düşmanıma atılan çamur benim çamurumdur.” mantığında bu iddialara sahip çıkmaktalar. Bu çevreler için söylenenlerin bilimsel olup olmaması önemli değildir. Önemli olan dine bir saldırıda bulunulmasıdır. Aynı çevreler İslam’ın kökeni “güneş kültü”dür diye de iddialarda bulunmaktadırlar. İşine geldiğinde işine gelen şeyleri söylemekten çekinmezler. Onlara göre, bunların bilimsel bir alt yapısı olmasına gerek yoktur.
Sonuç olarak, bu iddialar tümüyle gerçek dışıdır. İslam tevhid dinidir. Bu din Adem’den günümüze kadar yeryüzünde hep var olmuştur. Allah elçileri vasıtasıyla bu dini İnsanlara ulaştırmıştır. Allah Kuran’da insanları aya güneşe değil sadece Allah’a tapmaları gerektiğini şöyle vurgulamaktadır:
41/37- Gece, gündüz, güneş ve ay O nun ayetlerindendir. Siz güneşe de, aya da secde etmeyin. Alah’a secde edin, ki bunları kendisi yaratmıştır. Eğer O na ibadet edecekseniz.




Musa elbette bizim İsa da bizim. Aç biraz kitap oku. Bre cahil.
TEK DİN İSLAM DIR !
O, sana Kitabı Hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat ı ve İncil i de indirmişti. (Ki onlar) Bundan önce insanlar için bir hidayetti." ( Âl-i İmrân:3-4 ) . "De ki: ben peygamberlerin ilki değilim. " ( Ahkâf: 9) " İbrahim’in dininden kendini bilmezlerden baska kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada (elçi) seçtik, süphesiz o ahirette de iyilerdendir. Çünkü Rabbi ona: Müslüman ol, demis, o da: Alemlerin Rabbine boyun egdim, demisti. Bunu Ibrahim de kendi ogullarina vasiyet etti, Yakub da: Ogullarim! Allah sizin için bu dini (Islâm’i) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz (dedi). Yoksa Ya’kub’a ölüm geldigi zaman siz orada mi idiniz? O zaman (Ya’kub) ogullarina: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demisti. Onlar: Senin ve atalarin Ibrahim, Ismail ve Ishak’in ilâhi olan tek Allah’a kulluk edecegiz; biz ancak O’na teslim olmusuzdur, dediler. Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onlarin kazandiklari kendilerinin, sizin kazandiklariniz sizindir. Siz onlarin yaptiklarindan sorguya çekilmezsiniz." (Bakara: 130- 134)
Allah-u Teala ilk insan Hz. Adem’e, onun ve çocuklarının dünyada rahat ve huzur içinde yaşamaları için, ahirete cennete gidebilme sebepleri olabilecek bazı kuralları sayfalar halinde ( 10 sahife) indirir. Aradan insanlar zamanlar geçer. İnsanlar bu kuralları bozar, unuturlar. Kullarına daima şefkatli olan Allah-u Teala sayfalar halinde Hz. Şit’e (50 sayfa), Hz. İdris’e (30 sayfa), Hz. İbrahim’e (10 sahife) dünya ve ahiret huzurunu sağlayacak kurallar gönderir. İnsanlar her defasında bunları bozar, sapıtır, ahlaksız, zalim bir toplum olurlar. Allah-u Teala insanlar çoğalıp sayıları ve sorunları artınca onlara olan acıma ve merhametinden dolayı bu defa sayfa değil kitap gönderir. İnsanlar dünyada mutlu olsunlar, ahirette cehennemden kurtulsunlar diye Hz. Musa’ya Tevrat’ı indirir. İçinde devlet yönetimi, ahlak, geçmiş toplulukların ibretlik hikayeleri vardır. Ama insanlar zamanla bu kuralları bozar tahrif eder, yok ederler. Allah-u Teala kullarına yine kitap, yine peygamberler gönderir. Bazı aşırı zalim toplulukları helak edip, benzeri yolda olanları böylece uyarır:
Nahl: 36:" Andolsun ki biz her ümmete, "Allah a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının." diye bir peygamber gönderdik ", Kasas: 59: " Peygamber göndermedikçe, yaptıkları kötülüklerden dolayı o memleketleri helak edici değiliz."
Tevrat’ın bozulmasından sonra Allah-u Teala Hz. Davut’a Zebur’u indirir. İçerisinde ilahiler, dualar,vardır...
Aradan zaman, insan, mekanlar geçer. İnsanlar Zebur’u da bozar. Allah-u Teala yine kitap gönderir. Hz. İsa’ya İncil’i indirir. İçinde ahlaki kurallar vardır fakat insanlar kısa süre içinde bunu da bozarlar, tahrif ederler ve 571 yılına gelinir.
Allah-u Teala tüm zaman ve toplumlara indirdiği kuralların hepsini birden Kur’an-ı Kerim de toplar ve Hz. Muhammed’e gönderir. İçinde yönetim, ahlak, iktisat, dua, tevhit, kıssalar... vardır. Hz. Adem, Musa, İsa, Davud’a... gönderilen kuralların tümü artık tek bir kitaptadır... Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teala’nın “Kur’an-ı ben indirdim, ben koruyacağım” taahhüdü bulunmaktadır.Kıyamette yaklaşmıştır. Kur’an asla bozulmayacaktır. Tüm resullere indirilen kuralların hepsi Kur’an-ı Kerim’de biz Müslümanlara bildirilmiştir. O nedenle bizler tüm resul ve kitaplara inanmak zorundayız. Çünkü onlar aynı Allah’ın kurallarıdır ve aynı kurallar bizlere bildirilmiştir. Kısaca Hz. Adem’in kuralları da Hz. Musa, Hz. Muhammed’in kuralları da aynıdır. Eskiden o kurallara Yahudilik- Hıristiyanlık deniyordu. Şimdi İslamiyet. Ama kurallar, ilahi mesaj ve o mesajın sahibi aynı ilahtır. Peygamberler , kitap isimleri ve dinlerin adları faklı olabilir ama öz, mesaj hep aynı idi.
Allah-u Teala bütün insanlara aynı kuralları (İslâmiyet’i) emretmiş, bu kurallar Kur’an gelene kadar insanlar tarafından devamlı bozulmuştur. Kıyamet yaklaştığı için Kur’an-ı Kerim Allah tarafından koruma altına alınmıştır ve içindeki tüm resullere indirilen kuralların ana hatları ve yeni duruma göre yenilenen hükümleri ile tamamı, bozulmadan kıyamete tek baki kalacaktır.
NOT : Bütün dinlerde İslamiyet’in kurallarının indirildiğine dair deliller :
Allah-u Teala her topluluğa mutlaka bir peygamber indirmiştir: "Hiç bir ümmet yoktur ki onlara uyarıcı gelmemiş olsun." (Fatır:24) İlahi mesajın ulaşmadığı hiç bir kavim, topluluk yoktur. Kızılderililerden, Çinlilere, zencilerden, beyazlara...Putperest, politeist ( çok tanrılı) dinlerin kökenine baktığımızda hepsinde ilahi mesajın bozulmamış kırıntılarını görmek mümkündür.
Yahudiler domuz eti yemezler, faiz almaz, kumar oynamazlar. Tekke takarlar , cumartesi günü toplanırlar . Hıristiyan papazlar oruç tutar, tekke takarlar, pazar günü toplanırlar. Hıristiyan rahibeler tesettürlü gezerler.
Kızılderililer tanrılarına büyük ruh derler: Adem (AS) a üflenen ilahi ruh un ASLI ,BÜTÜNÜ , büyüğü Yüce Yaratıcı dadır. Afrika’da Mau mau kabilesi " Tek olan doğmamış ve doğurulmamış eşi benzeri olmayan her şeyi bilen işiten güçlü... bir tanrıya " inanırlar : İhlas suresinin tamamen aynısı...! Orta Asya daki Türkler Ahiret e, tek tanrıya inanırlardı. Hindu tanrılarının pek çok kolu ve gözü vardır , yani "Tanrı her şeyi görür ve her şeye ulaşır ."... Fakat zamanla Allah’tan gelen mesajlar insanlarca bozulmuş ve asli özelliklerini kaybetmişlerdir.
Bazılarının iddia ettiği gibi : Kur’an’da olan bazı bilgiler tevrat ve incilde de aynen vardır, o halde (Haşa ) Muhammed Kur’an’ı Tevrat-İncile bakarak yazdı iftirasının cevabı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır :
Hepsi aynı kaynaktan (Yüce Yaratıcıdan ) gelmektedir, Tevrat-İncil bozulduğu , değiştirildiği için Kur’an’a zıt , ondan farklı görünürler , bozulmayan yerler ise kur’an’la aynıdır, çünkü Allah’ü Teala hep aynı kuralları emretmiş ve yasaklamıştır.

KUTSAL KİTAPLARIN KAYNAĞI SÜMERLERDİR İDDİ(İFTİR)ASI :
MEZOPOTOMYA DA BULUNAN KİL TABLETLER 1850 YILINDA BULUNMUŞ VE ANCAK 1870 YILINDA ÇÖZÜLÜP OKUNABİLMİŞTİR.YANİ KUR AN IN VAHYEDİLDİĞİ TARİHTEN 1200 YIL SONRA BULUNUP OKUNABİLEN TABLETLERİN KUR AN A KAYNAKLIK ETMESİ NE KADAR BİLİMSEL VE OBJEKTİF BİR İDDİA OLABİLİR !
GILGAMIŞ DESTANINI , KENDİSİNDEN ÇOK ÖNCEKİ BİR TARİHDE YAZILMIŞ OLAN ESKİ BİR TABLETİN İÇERDİĞİ BİLGİLERİ ÇARPITAN BİR VERSİYON OLDUĞU ARTIK BİLİNMEKTEDİR.1914 YILINDA ARNO REOBEL TARAFINDAN BULUNAN ASIL TABLETTE " ÇOK TANRICILIĞIN BULUNDUĞU İDDİA EDİLEN DÖNEMDEN ÇOK ÖNCELERİ TARİHLERDE YERYÜZÜNDE TEK TANRI İNANCININ BULUNDUĞU ,İNSANIN BALCIKTAN YARATILDIĞI VE TUFAN KARAMANI OLAN ZİUSUDRA İSİMLİ KİŞİNİN VAHİYLERE HER ZAMAN SAYGILI VE DİNDAR BİR KRAL OLDUĞU " BİLGİLERİ YER ALIR !

NOT: Biz Müslümanlar Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerine (Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Davut) ve kitaplarına (Tevrat, İncil, Zebur) inanmasak dinden çıkarız. Fakat Yahudi ve Hıristiyanlar bizim peygamberimize (Hz. Muhammed (S.A.V) ) ve kitabımıza (Kura’an-ı Kerim ) inanırsa dinlerinden çıkarlar. İşte biz Müslümanların üstün yönü burasıdır.


senin için harcadığım vakte ayzık fanatik hristos. Değilmi ki okumayacaksın, okusan da zaten işine gelmeyeceği için başka bir şey yumurtlayacaksın. Yumurtla bakalım ama değişik bir şeyler olsun bu sefer.
 
Kimden: Süreyya  31.200.71.7***
14.12.2012 02:46:03
Cevap: süryani olmak

Hadi yobaz Hristiyan söyle bakalım isa ve musa kiminmiş?

Müslümanların Hz. Musa ve Hz. İsa ya Olan Sevgileri;
Allah tarihin her döneminde Kendi vahyini insanlara elçileri aracılığıyla ulaştırmıştır. Peygamberler, Allah katında seçilmiş, Rabbimiz in kendilerine nimetler verdiği mübarek insanlardır. Üstün ahlakları ile tüm insanlara örnek olarak yaratılmış olan peygamberler, gönderildikleri toplumlara Allah ın dinini anlatmışlar, onları kötülüklerden sakındırarak iyiliği emretmişler, insanların imanlarına vesile olmuşlardır. Kuran da pek çok ayette geçmişte yaşamış olan toplumlardan ve bu toplumlara gönderilen peygamberlerin hayatlarından örnekler verilmektedir. Kuran da bildirilen peygamber kıssalarında, bu mübarek insanların Allah ın varlığını ve dinini tebliğ etmeleri, inkar edenlere karşı yürüttükleri fikri mücadele, tebliğ yaptıkları insanların verdikleri karşılık detaylı olarak bildirilmiş ve elçilerin gösterdikleri sabır, fedakarlık, samimiyet, ince düşünce, insaniyet gibi üstün ahlak özellikleri tüm inananlara örnek gösterilmiştir. Tüm peygamberlerin Rabbimiz in seçtiği kutlu insanlar olduğunun bilincinde olan Müslümanlar da, gönderilmiş olan bütün peygamberlere iman ederler. Allah Kuran da, Hz. Nuh a ve Hz. İbrahim e vahyettiği dini, Hz. Musa ya, Hz. İsa ya ve Hz. Muhammed (sav) e de vahyetmiş olduğunu bildirmiştir:

"Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim e, Musa ya ve İsa ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten Kendisi ne yöneleni hidayete erdirir. (Şura Suresi, 13)

Allah Kuran da, Allah ve ahiret gününe iman edenler için Allah ın Resulü nde en güzel örnekler olduğunu bildirmiştir. (Ahzap Suresi, 21) Bu nedenle, salih Müslümanlar için peygamber ahlakı ile ahlaklanmak, peygamberlerimizin şerefli yolunu izlemek ve onlar gibi Allah ın razı olduğu insanlardan olabilmek en önemli amaçlardan biridir. Hz. Musa ve Hz. İsa da hayatları Kuran-ı Kerim de detaylı olarak anlatılan peygamberlerdir ve Müslümanlar için bu mübarek insanların hayatlarında ve ahlaklarında pek çok hikmetli örnek bulunmaktadır.

Allah, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun un, Kendisi nin lütufta bulunduğu kullarından olduğunu Kuran da bize şu şekilde haber vermiştir:

Andolsun, Biz Musa ya ve Harun a lütufta bulunduk. Onları ve kavimlerini o büyük üzüntüden kurtardık. Onlara yardım ettik, böylece üstün gelenler oldular. Ve ikisine anlatımı-açık Kitab ı verdik. Onları dosdoğru yola yöneltip-ilettik. Sonra gelenler arasında da ikisine (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık. Musa ya ve Harun a selam olsun. Şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz ikisi, Bizim mü min olan kullarımızdandılar. (Saffat Suresi, 114-122)

Allah, Hz. Musa yı Firavun un esareti altında bulunan İsrailoğulları na elçi olarak göndermiş ve ona Enam Suresi nin 154. ayetinde belirtildiği gibi "iyilik yapanların üzerinde (nimetimizi) tamamlamak, herşeyi ayrı ayrı açıklamak ve bir hidayet ve rahmet olarak... " Kitap ı vermiştir. Hz. Musa ya seçilmiş olduğunun vahyedilişi ise Kuran da şöyle bildirilmektedir:

Sana Musa nın haberi geldi mi? Hani bir ateş görmüştü de, ailesine şöyle demişti: "Durun, bir ateş gördüm; umulur ki size ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol-gösterici bulurum." Nitekim ona gidince, kendisine seslenildi: "Ey Musa. Gerçekten Ben, Ben senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar; çünkü sen, kutsal vadi olan Tuva dasın. Ben seni seçmiş bulunuyorum; bundan böyle vahyolunanı dinle." (Taha Suresi, 9-13)

Hz. Musa gerek Firavun a ve yakın çevresine karşı, gerekse kendi toplumu içindeki münafık karakterli ve zayıf imanlılara karşı büyük bir mücadele yürütmüş, her zaman Allah a olan teslimiyeti, tevekkülü, sabrı, cesareti, fedakarlığı, aklı, azmi ve şevki ile tüm inananlara örnek olmuştur. Müslümanlar da Hz. Musa ya içten bir saygı duyar ve ona iman ederler.

İsa Peygamber ise, Kuran da, "Allah ın elçisi ve kelimesi" (Nisa Suresi, 171) olarak tanıtılır; onun insanlığa bir "ayet (alamet)" kılındığı (Enbiya Suresi, 91) bildirilir; mücadelesi, mucizeleri, hayatı hakkında hikmetli bilgiler verilir. Hz. İsa bir Kuran ayetinde şöyle övülmektedir:


Hz. İsa nın, Allah ın dilemesiyle gerçekleştirdiği mucizelerinden biri olan hastaları iyileştirmesini resmeden bu tablo, Louvre Müzesi nde sergilenmektedir. "Hz. İsa Körü İyileştirirken", Nicolas Poussin (1594-1665)

Hani Melekler, dediler ki: "Meryem, doğrusu Allah Kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih tir. O, dünyada ve ahirette seçkin, onurlu, saygındır ve (Allah a) yakın kılınanlardandır." (Al-i İmran Suresi, 45)

Hz. İsa ya verilen İncil in nitelikleri ise Kuran da şöyle açıklanır:

Onların ardından yanlarındaki Tevrat ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil i verdik. (Maide Suresi, 46)

Kuran da bildirildiği üzere, Hz. İsa yı diğer peygamberlerden ayıran bazı özellikler vardır. Bunlardan en önemlisi onun halen ölmemiş, Allah Katına yükseltilmiş ve yeryüzüne tekrar geri dönecek olmasıdır. Birçok kimsenin sandığının aksine Hz. İsa öldürülmemiş, başka bir sebeple de ölmemiştir. Kuran da inkarcıların onu "asamadıkları ve öldüremedikleri" (Nisa Suresi, 157) kesin bir şekilde belirtilir ve Allah ın onu Kendi Katına yükselttiği haber verilir. Hiçbir ayette Hz. İsa nın öldüğünden ya da öldürüldüğünden söz edilmez. Bunların yanı sıra, Kuran da Hz. İsa hakkında öyle bilgiler verilir ki, bunlar tarihte henüz meydana gelmemiştir ve bu olayların gerçekleşmesi ancak Hz. İsa nın yeryüzüne geri dönmesi ile mümkün olacaktır. Kuran da haber verilen olayların gerçekleşeceğinden ise hiçbir kuşku yoktur. (Bu konu ilerleyen bölümlerde detaylı olarak incelenecektir.) Dolayısıyla, Müslümanlar da tıpkı Hıristiyanlar gibi, Hz. İsa nın ikinci kez yeryüzüne gelişini büyük bir şevk ve heyecanla beklemekte, İsa Mesih in gelişine en güzel şekilde hazırlanmak için gayret etmektedirler.



Hz. Muhammed (sav) in Kitap Ehli ne Karşı Örnek Tutumu

Müslümanların Kitap Ehli ne karşı tutumlarında, her konuda olduğu gibi, en güzel örnek Peygamber Efendimiz (sav) dir. Hz. Muhammed (sav), Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı her zaman son derece adil ve merhametli davranmış, İlahi dinlerin mensupları ile Müslümanlar arasında sevgi ve uzlaşmaya dayalı bir ortam oluşturulmasını istemiştir. Peygamberimiz (sav) döneminde ve sonrasında, Hıristiyan ve Yahudilerin kendi dinlerini diledikleri şekilde yaşamalarına izin verecek ve özerk cemaatler olarak varlıklarını devam ettirebilmelerini sağlayacak anlaşmalar yapılmış ve güvenceler verilmiştir. İslamiyet in ilk yıllarında Mekkeli müşriklerin eziyet ve baskılarına maruz kalan Müslümanların bir kısmı, Peygamber Efendimiz (sav) in öğüdüyle, Etiyopya daki Hıristiyan Kral Necaşi ye sığınmışlardır. Peygamberimiz (sav) le birlikte Medine ye göç eden müminler ise, Medine de yaşayan Yahudilerle, sonraki tüm nesillere örnek olacak bir birarada yaşama modeli geliştirmişlerdir. İslam ın yayılış döneminde de, Arabistan daki Yahudi ve Hıristiyan topluluklarına gösterilen tolerans, Müslümanların Kitap Ehli ne karşı hoşgörü ve adaletinin önemli birer örneği olarak tarihe geçmiştir.

Buna bir örnek olarak, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) in, Hıristiyan olan İbn Harris b. Ka b ve kavmine yazdırdığı anlaşma metninde: "Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hıristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah ın, Peygamber in ve tüm müminlerin himayesindedir. Hıristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse istemeden İslam ı kabule zorlanmayacaktır. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar" maddelerini yazdırdıktan sonra: "... Kitap Ehli yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46) ayetini okumasıdır.1

Hz. Muhammed (sav), Evs ve Hazrec kabileleri ile yapılan Medine Anlaşması na Yahudilerin de katılmasına izin vermiş ve böylece Yahudilerin de Müslümanların arasında, ayrı bir dini grup olarak varlıklarını devam ettirmelerini sağlamıştır. Medine Anlaşması nın "Beni Avf Yahudileri, inananlarla birlikte bir ulus oluşturdular. Yahudilerin dini kendilerine, Müslümanların dini kendilerinedir" hükmüyle, Müslümanların Yahudilerin geleneklerine ve inanışlarına gösterdikleri hoşgörünün temeli Peygamberimiz (sav) döneminde atılmıştır.

Hz. Muhammed (sav), Rabbimiz in emrettiği ahlakın bir gereği olarak, Kitap Ehli ne karşı yalnızca anlayış ve merhamet göstermekle kalmamış, İslam idaresi altındaki Yahudi ve Hıristiyanların korunup kollanması gerektiğini de sahabeye öğretmiştir. Bizzat Peygamber Efendimiz (sav) tarafından Edruh, Makna, Hayber, Necran ve Akabe li Kitap Ehli ne verilen beratlar, Müslümanların Kitap Ehli nin can ve mal güvenliğini garanti altına aldıklarını ve onlara inanç ve ibadet özgürlüğü tanıdıklarını göstermektedir. Peygamberimiz (sav) in Necranlılar ile yaptığı sözleşmede yer alan şu maddeler de dikkat çekicidir: -Hiçbir psikopos ya da keşiş kilisesinden ya da manastırından edilmeyecektir ve hiçbir papaz papazlık hayatını terk etmeye zorlanmayacaktır. Onlara hiçbir eza ya da aşağılama yapılmayacaktır ve toprakları ordumuz tarafından işgal edilmeyecektir.

Adalet isteyen adalet bulacaktır, ne zalim ne de zulüm bulunacaktır.2

Tüm bunların yanı sıra Resulullah ın Kitap Ehli nin düğün yemeklerine katıldığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Hatta Necran Hıristiyanları onu ziyaretlerinde Hz. Muhammed (sav) onlara abasını sermiş ve oturmalarını söylemiştir. Peygamberimiz (sav) in vefatının ardından da, Müslümanların Kitap Ehli ne gösterdikleri güzel ahlakın temeli, Hz. Muhammed (sav) in hayatı boyunca bu topluluklara karşı gösterdiği hoşgörüye dayanmaktadır.

Hz. Muhammed (sav) in çeşitli ülkelerin krallarına ve bazı eyaletlerin valilerine yazdığı tebliğ mektuplarından altısının orijinali günümüze kadar muhafaza edilmiştir. Bu mektuplar, Peygamber Efendimiz (sav) in üstün ahlakının, bağışlayıcılığının, hoşgörüsünün ve tebliğ gücünün tarihi birer örnekleridir. Bu mektuplarla, söz konusu hükümdarlar ve halklar en güzel ve hikmetli şekilde hak dini yaşamaya davet edilmişlerdir. Mektupların etkileyici ve ılımlı üslubu pek çok kimsenin İslam ı kabul etmesine aracı olmuştur. Peygamberimiz (sav) in tebliğindeki bu hikmetli üslup tüm Müslümanlar için örnektir.

Yukarıdaki mektup, Ahsa Valisi el-Münzir e gönderilmiştir. Mektupta, "... Selam üzerine olsun. Seni, kendisi dışında hiçbir İlah olmayan tek bir Allah a hamd etmeye davet ediyorum ve ilan ediyorum ki, O ndan başka İlah yoktur ve Muhammed O nun kulu ve Resulü dür. Sana Kadir-i Mutlak ve Şanı Yüce Allah ı hatırlatırım. Zira kim iyi bir nasihate kulak verirse kendi iyiliği içindir ve kim benim elçilerime itaat eder ve emirlerine uyarsa, bizzat bana itaat etmiş olur..." yazılıdır.

Hz. Muhammed (sav) in Habeşistan Kralı Necaşi ye hitaben yazmış olduğu mektup, Müslümanların Hıristiyanlara bakış açısını göstermesi açısından da son derece önemlidir. Necaşi, Hz. Muhammed (sav) in mektubunun ve Müslüman elçilerle yaptığı konuşmaların sonrasında, ülkesine sığınan Müslümanları koruyan bir politika izlemiştir. Mektupta şunlar yazılıdır:

Sana verdiği nimetinden dolayı Allah a hamd ederim ki; O ndan başka İlah yoktur. O Melik tir, Kuddüs tür, Selam dır, Mümin dir, Müheymin dir.


Hz. Muhammed (sav) in Gassan Kralı, Şemir el-Gassani ye göndermiş olduğu mektubun orijinal kopyası. Şahadet ederim ki; Meryem oğlu İsa, Allah ın çok temiz, iffetli, dünyadan elini çekmiş olan Meryem e yüklediği Ruhu ve Kelimesi dir ki Meryem böylece ona hamile kalmış, Allah onu Ruhundan nefhedip yaratmıştır. Nasıl ki Adem i kudret eliyle ve nefhiyle yaratmıştı.

Ben seni bir olan, ortağı bulunmayan Allah a ve O na ibadet ve itaate, bana tabi olmaya ve Allah tan getirip tebliğ ettiğim şeylere iman etmeye davet ediyorum. Çünkü ben Allah ın Resulü yüm.

Ben, seni ve askerlerini Yüce Allah a ibadet ve itaate davet ediyorum. Sana gereken tebliği yapmış ve öğüdü vermiş bulunuyorum. Öğüdümü kabul ediniz. Selam doğru yolda gidenlere olsun.
 
Kimden: baterisst  94.55.210.1***
14.12.2012 23:38:40
Cevap: süryani olmak
SN.SÜREYYA

İlk satırda yazdıklarımı doğruladınız.Bu kopyalayıp yapıştırdığıız bilgiler zaten bilinmekte.Ve kendi inancınızı referans göstererek diğer iki dini ve mensuplarını rencide ediyorsunuz ve çok gülünç bir durumdasınz.Küstahlığınızda cabası.Çelişkilerinizi daha iyi anlamanız için bide madde madde yazıyım.

1)MÜSLÜMANLARIN YENİ BİR DİN YANILGISI: Lafa gelince yok tevratta incilde bizim kitabımız yok peygamberleri peygamberimiz gibi safsatalar uyduruyosun.Ama incilide tevraatıda ve tabii kuranıda okumadın.Burada işkembeyi kübradan salleyon...Eğer okusaydın yahudiliğin ve hristiyanlığın bir din olmadığını ve doğal olarak islamında düzeltici bir din olarak var olamayacağını idrak edebilirdin.

İbrahim bir insandır.Asur-Babil topraklarında yaşayan varlıklı bir insandır.Tevrata göre tanrı ibrahimle iletişime geçer.Ve ibrahimi dost seçer.Burada herhangi bir din gönderilmesi veya bir kitap indirilmesi diğe birşey yoktur.Tevrata yazmaz.Aksine tevratta yazılı kitapların tarihi uzun bir aralıktır.100 lerce sene diyebiliriz.
Burada ibrahim toplumları kendi dostu olan yehovaya inandırmaya kalkışmaz.Tam tersine insanları karşısına alarak dostu tanrıya sığınır.Kişisel çıkarları için tanrı ona yardım eder.Burada dinsel bir şey yoktur.Ve ibrahimin çocukları ve torunlarıda bunu silsile yoluyla izlerler.Tevrat 100 lerce sene sonra hala genişletilmiştir.Ve bunu yahudilerde, hristiyanlarda kabul eder.Yahudiler bu bilinçle tevrattaki TORA yani kanun kitaplarını kabul eder ve diğerlerini güvenilir bulmazlar.
Bu konuda bir müslümandan bile 1000 kat daha hassaslar çünkü işin içerisindeler.Ve allahın insanları düzeltmek için bir din veya bir kitap gönderdiği gibi saçma sapan bir şeye inanmazlar.Onlar için ibrahim ve onun soyu ve tanrılarının onlarla yaptığı anlaşma ve dedeleriyle kurduğu ilişki önemlidir.Senin gibilerde kalkmış yok peygamberleri bizim peygamberimiz, yok tevrat bizimde kitabımız diğe saçmalıyorsun.Senin dinini ve seni dini literatürde kabul eden yokki sen kendi kendine onları kabul ediyorsun veya yanlış değiştirilmiş olduğunu iddaa ediyorsun.Bunu sadece islam süşüncesi içerisinde yapabilirsin.Onuda bir müslümandan başkası kabul etmez.

2)MÜSLÜMANLARIN DEĞİŞMEZ VE TAHRİP OLMUŞ KİTAP ANLAYIŞI.

Hristiyanlıkta zaten inmiş bir kitap yoktur.Mesih bir kitapla gelmemeiştir.Bunuda islamın indirilen kitap-din öğretisi nedeniyle savunuyorsunuz.Yani kuranın bile halife osman zamanında kemiklerden,tahtalardan,hafızlardan alınan bilgilere göre yazıldığını yani ORJİNALİNİN OLMADIĞINI biliyorsundur umarım.Hristiyanları ve Yahudileri eleştiriyorsunuz, rencide ediyorsunuz kitaplarının orjinali yok diğe tahrif olmuş diğe.Peki Sizinki nerede?Allah kuranı indirdide incili,tevratı şeytanmı indirdi süreyya efendi, allah indirdiği kitabı dini koruyamasın tahrifvedilsin sonra yenisini göndersin.bu ne yobazlık,cahillik,bağnazlıktır böyle.O halde islamda bugün tahrif olmuştur.İslam ülkeleride islam dışı bir çok uygulama yapılmaktadır.Allah artık şu dinin yenisini göndersin artık yeter dimi nede olsa bu bozuldu koruyamadı.Tıpkı incilde ve tevratta korumaya sözveripte sizin koruyamadığını iddaa ettiğiniz gibi.E mÜbarek madem değiştirildiğini söylüyon o halde orjinalini indir dimi ya.Ne kadar saçma.Tanrı siZlerin zannetiği gibi bu kadar aciz değildir.Siz incilin ve tevratın değiştirildiğini savunarak inandığınız allahında acizliğini savunmuş oluyorsunuz.Buda allaha küfür demektir ve bunun cezasını çekeceksiniz...Bu dünyadamı çektirir öbürdünyadamı bilemem.

3)iNCİL DAHA GÜVENİLİRDİR ÇÜNKÜ:

Çünkü kuranı kerimde şeytan ayetleri diğe bilinen ayetler vardır.Bu ayetleri muhammede şeytanın söylettiğini yazar kuran.Öyleyse kuranı kerim halife osman zamanında hafızlardan dinlenilerek yazıldığına göre ,yada belli bir bölümü hafızlar aracılığıyla akarıldığına göre ben bu işte güvensizkik duyarım.Ve bunda haklıyımda bakınız: alemlere rahmet olarak gönderildiği ve evrenin yaradılış sebebi olrak lanse edilen bir peygamber allah tarafından vahiy gelirken o nur dolu iletişim protokolunu şeytan bozabiliyorsa kusura bakmayın arkadaşlar hafızlar hayli hayli karıştırır aklındakileri ve şeytan konuşur dudaklarından.İşte bu yüzden incil daha güvenilirdir.Çünkü kimin yazdığı bellidir.Tevratta öyledir ama kuran gibi içerisinde tanrıya yakışmayan ayetler vardır..Kuranı kerimdeki şu meşhur ayetler vardır."karını döv", "o kişileri öldür" bunun gibi kelimeler ve peygamber hakkındaki olmaması gereken cinsel söylemler bunlar bence şeytanın işi.Çünkü tanrı kul öldürmeyi emretmez.Bir insanınuçkurunun peşinde koşmaz.
Birde incile bakın, Mesihe bakın doğa sevgisinden tutuda insan sevgisine ve insanın tanımlayamadığı aslı sevgi olan tanrıyı anlatır.Öle tevrat ve kuranda ki gibi derin çelişkiler yoktur ve tanrıya yakışmayan ayetlerde yoktur vurdulu kırdılı alabildiğine cinsel...
Çocukluğumdan beri mesih ve incille büyüdüm.Ve lise çağlarımda incilin yanlış olabileceğini ve daha doğru birşeyler varmı diğe bir araştırdım.Kafamda acaba islammı diğe bir soru işareti bile vardı.Araştırdım kuranı okudum.
İsa mesihe şükürler olsun ki beni aydınlattı.Bana itici gelen incil,kuranı kerimi okuduktan sonra beni hayata sevgiye dair tek kaynağın incil olduğuna inandırdı.Tevratın ve kuranın yanında incil tapınılası bir kitaptır ve işte sizlerin değişiyle incilin peygamberi MESİH İSA BU YÜZDEN TANRIDIR,DİĞERLERİNDEN FARKLIDIR...GERÇEK SİZİ ÖZGÜR KILACAK.

(buradaki yazdıklarım tamiyle öznel düşüncelerdir ve herhangi bir din adına yazılmamıştır.İslam hakkında söylediklerim,müslümanların hristiyanlık hakkında söylediklerinden farksızdır.E sizinki inançda bizimki değilmi?)
 
Kimden: Süreyya  31.200.117.***
15.12.2012 01:23:18
Cevap: süryani olmak
Küstahlık değil o yavrucum, körlüğüne olan öfke. Ayrıca evet, daha sempatik olabilirim, seni daha sempatik bir şekilde de yerin dibine sokabilirim ama ne gerek var? Bu kadarı bile çok değil mi aslında? Neyse efenim şuan vaktim çok kısıtlı, birkaç satır üste, birkaç satır sonda yazdıklarından başka ne yazdın ne çizdin okuyamadım. Uğrayacam bi ara, merak buyurma.
 
Kimden: Süreyya  31.200.117.***
15.12.2012 06:19:46
Cevap: süryani olmak
Okuduk şükür.

Sorduğun şeytanvari soruların hepsinin bir cevabı var. Sırayla gidelim.

Hristiyanlık sana göre din değil ama bana göre dindir.

Hristiyanlık, menşei itibariyle vahye dayanan ve kutsal kitabı olan, özde tek tanrılı olmakla beraber, sonradan teslis inancına dönüştürülmüş bir dindir. Bu dinde ayrıca peygamber, melek, âhiret, kader gibi dini kavramlar bulunsa da, bu kavramları anlayış ve açıklayış şekli İslâm dakinden farklıdır.

Hristiyanlık aslında tek tanrı anlayışını esas alan bir dindir. İncillerde ve diğer yazılarda bu hükmü doğrulayacak ifadeler vardır. Allah ın birliğinden söz edilmektedir (Yuhanna, V / 44). Fakat yine aynı metinlerde bir kısım ifadeler, mecâzî deyimler, daha sonraları bir üçleme (teslis) anlayışına yol açmıştır. Bunda, İncil yazarları ile Hz. İsa (as) arasındaki zaman aralığının rolü vardır. Öte yandan, Hristiyan Kutsal Kitabı nda teslis, hiç bir yerde açıkça zikredilmemiştir. Ancak "ben ve baba biriz", "babanızın ruhu", "Allah ın ruhu" gibi ifadeler, zamanla Allah ın yanında İsa ve kutsal rûhun da tanrı sayılmasına kadar varan yorumlara yol açmıştır.
Bu yorumları ilk başlatan, havârîlere sonradan katılan Pavlus olmuştur. "Hz. İsâ zamanındaki en büyük ilâhiyatçı" olarak tanımlanan Pavlus, bugünkü Hristiyanlığın kurucusu olarak bilinmektedir. Modern bilginlere göre günümüz Hristiyanlığı, Hz. İsa (as) ın getirdiği nizamdan çok, Pavlus un yorumlarından ibarettir. Hatta denilebilir ki, sonraki yüzyıllar, dini inançlarını İncillerden çok, onun yorumlarına dayandırdılar. Pavlus un telkinleri, Allah ı değil, İsa Mesih i ağırlık merkezi olarak almıştır. Ona göre İsa, sâdece bir insan değil, Tanrı nın kudretiyle diriltilen bir kimse idi.

Görüldüğü gibi bugünkü Hristiyanlık, Pavlus un yorumlarına dayanır. Gerek dinin aslî şekli, gerekse kutsal kitapları olan İncil, tahrifata uğramıştır. Artık Hristiyanlık muharref bir dindir. Bunun içindir ki, günümüz Hristiyanlarının benimsediği Hristiyanlık ile, Kur ân-ı Kerîm in bize bildirdiği Hristiyanlık, birbirinden tamamen farklıdır.

Kur ân-ı Kerîm de Hristiyan için "Nasrânî", Hristiyanlar için de "Nasârâ" kelimeleri kullanılmıştır (Âli İmran, 3/67; Bakara, 2/62, 111, 113, 135, 140; Mâide, 5/14, 18, 51, 69, 82; Tevbe, 9/30; Hacc, 22/17). Ayrıca, "Ehl-i Kitap" ifadesinin yer aldığı âyetlerde, Hristiyanlar da muhatap alınmıştır. Meselâ,
"De ki; ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit olan bir kelimeye gelin. Yalnız Allah a kulluk (ibadet) edelim ve O na hiç bir şeyi ortak koşmayalım." (Âli İmrân, 3/64)
âyetinde olduğu gibi.
Kur ân-ı Kerim e göre, Yahudiler gibi Hristiyanlar da verdikleri sözde durmadıkları için, kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin salınmıştır. Hz. Muhammed (asm) onlara da gönderilmiş bir elçidir. O, Ehl-i Kitab ın gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu onlara açıklamıştır. Ancak Yahudi ve Hristiyanlar, kendilerinin "Allah ın oğulları ve sevgilileri" olduklarını söyleyerek, Hz. Muhammed (asm) e karşı çıkmışlardır. Yahudiler Uzeyr (as) i, Hristiyanlar da İsa (as) yı Allah ın oğlu saymışlardır. İnsanları tanrılaştırdıkları için de küfre girmişlerdir. (Mâide, 5/12-18; Tevbe, 9/20) Allah a çocuk isnad etmekle Tevhid in özüne ve rûhuna aykırı hareket etmişlerdir. Halbuki
"Allah, bu tektir. Her şeyden müstağnî ve her şey O na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç bir şey O na denk değildir." (İhlâs, 112/1-4).
Kur ân-ı Kerim, Hz. İsa (as) ın Allah ın kulu ve elçisi olduğunu, O nun da tevhid i tebliğ ettiğini açıklar. (Mâide, 5/46-47, 62-69, 72-77). Bu durumda Meryem oğlu İsa yı ilah edinen Hristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsüdür." (Mâide, 5/72-75) diyerek doğru yoldan sapmışlar, tevhid çizgisinden uzaklaşmışlardır. Tevhid esasından uzaklaşan Hristiyanların yüce Allah, dinlerinin aslına, tevhid ve İslâm yoluna çağırmaktadır. (Mâide 5/46).

Yukarıda da belirtildiği gibi Hristiyanlık, aslı itibariyle hak dinlerderdendir. Peygamberi Hz. İsa (as), kitabı da İncil dir. Bugünkü Hristiyanlığın odak noktasını oluşturan ve Pavlus teolojisinin temelini teşkil eden Hz. İsa (as), yalnız Allah ın kulu ve rasûlüdür. Bunu bizzat kendisi şöyle ikrar etmiştir:
Hz. İsa: Ben şüphesiz Allah ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selam olsun." dedi." (Meryem, 19/30-33).
Ayrıca Hz. İsa (as) ı ve annesini tanrılaştırıp "teslis" akidesini oluşturan Hristiyanlarla Hz. İsa (as), kıyamet gününde yüzleştirilecekler ve böylece Hristiyanların uydurdukları yalanlar bir kere daha ortaya çıkmış olacaktır. Bu husus, Kur ân-ı Kerîm de şöyle belirtilir:
"Allah, Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah tan başka iki tanrı olarak benimseyin." dedin?" demişti de; Hâşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen benim içimde olanı bilirsin, ben Senin içinde olanı bilemem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin" demişti, Ben onları sadece, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah a kulluk edin, diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahiddim, beni aralarından aldığında onları sen gözlüyorsun. Sen her şeye şâhidsin." (Mâide, 5/117).
Hz. Peygamber (asm) dönemindeki Hristiyanlık da bu günkü Hristiyanlık gibi tahrif olmuş haldeydi.

Şu halde bugünkü Hristiyanlık, Hz. İsa (as) ın tebliğ ettiği Hristiyanlık değildir; Mesih, Allah ın oğludur." gibi sözleri kendi ağızlarıyla uydurmuşlar (Tevbe, 9/30) ve "Meryem oğlu Mesih i de, kendilerine Allah tan başka Rab edinmişlerdir." (Tevbe, 9/31).
Aynı şekilde, mevcut Hristiyanların, Hz. İsa (as) ın getirdiği İncil le hiç bir ilgileri yoktur (Mâide, 5/68). Çünkü Yahudi bilginleri gibi, Hristiyan râhipleri de birtakım menfaat temini için, Allah tan kendilerine indirilmiş olan Kitab ın hükümlerini değiştirmişlerdir.(Tevbe, 9/34).

Özetle söylemek gerekirse; İslâmiyet ile bugünkü Hristiyanlık arasındaki belli başlı ayrılıklar şunlardır:

1. Hristiyanlıkta teslis akidesi olduğu halde İslâm da tevhid akidesi vardır.
2. İslâm bütün semâvî dinleri ve peygamberleri içine alır; Hristiyanlık ise, yalnız Kitab-ı mukaddes i hak bilir ve Kur an-ı Kerim i vahye dayalı bir kitap olarak kabul etmez.
3. Hristiyanlık, insanın doğuştan günahkâr olduğunu ve bu sebeple temizlenmesi için vaftiz edilmesi gerektiğini savunur; İslâm ise, bütün insanların günahsız doğduğunu ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini belirtir.
4. Hristiyanlıkta papaz ve rahiplerin günah çıkarmak ve affetmek yetkisi vardır; İslâmiyet te ise, günahlar yalnız Allah tarafından bağışlanır.
5. Hristiyanlık ta Hz. İsa nın sözleri Allah kelâmı olarak telakki edilir; İslâmiyet te ise, ilâhi emirler vahiy yoluyla, Cebrâil (as) vasıtasıyla bildirilir.
6. Hristiyanlara göre İsa (a.s) çarmıha gerilmiştir. İslam a göre ise, Allah onu kendi katına yükseltmiştir.
7. Her ne kadar bugünkü Hristiyanlar, kendi dinlerinin son din olduğunu iddia ediyorlarsa da, bu iddiânın İslâm nazarında hiç bir geçerliliği yoktur. Çünkü "Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet tir..." (Âl-i İmrân, 3/19) Ve artık "Kim İslâm dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir ve o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i İmran, 3/85).


Yani Islama göre bir zamanlar hak din olan dininiz işin içine uydurmasyonlar girince tahrif edilmiş, bozulmuş dinler arasına giriş yaptı . Anladın mı hacım? Sen din değilde yol de başka bir şey de ama İslam, senin şuan inandığın şeyin, sonradan tahrif edilmiş uydurmasyon bir din olduğunu söylüyor. Şimdiki Hristiyanlığın uydurmasyonlarını ele alacak olursak zaten geriye bir şey kalmayacak O yüzden ben hiç girmiyorum. Yoksa sana en az elli sahife soru sorarım. Birine cevap versen 49unda takılırsın anladın mı hacım?


Bize göre İbrahim şudur;
Hz. İbrahim (a.s.) Kur an-ı Kerim de Allahu Teâlâ nın "Halil" dost diye nitelediği ulu l-azm mertebesinde olan peygamber.

Nuh (a.s) un çocukları ve torunları, önce Irak a yerleşmiş ve Fırat nehrinin yakın bir yerinde Babil şehrini kurmuşlardı. Daha sonra, burada yerleşmiş olanlardan bir grup ayrılıp Dicle kıyısında -bugün Musul şehrinin civarında- Ninova şehrini inşâ etmişlerdi. Babil deki halkın yerlileri olan Nabt kavmi, Süryânî dilini konuşmakta olup Babil şehrini de başkent yapmışlardı. Ninova da ortaya çıkan Asur devletinde ise başkent Ninova olup, Babil i hâkimiyetleri altına almıştı. Bir süre sonra Babil de, Keldânîler, Asurluların hâkimiyetleri altında bulunan Nabtların ilim ve kültürüne sahip çıkmıştı.

Babilliler, tek Allah a inanmayıp putlara ve yıldızlara taparlardı. Putları ve yıldızları, ruhların sembolü olarak kabul ederlerdi. Onların bu inancına "Sâbiîlik" denir. Sâbiîlik; ruhlara ve meleklere ibadet esasından başlar ve giderek yıldızlara, aya, güneşe ve sonunda bunlar adına yapılmış putlara tapmağa varırdı. Babil de putların hem yapılıp hem de tapıldığı puthaneler vardı. Bundan dolayı devlet yönetiminde bir puthane bakanı bile bulunurdu.

İşte Allah, böyle inançtan yoksun ve medeniyetten uzak bir toplum olan Babil halkına İbrahim (a.s) ı göndermişti. "İbrahim" kelimesinin manası "cemaat babası" demektir. Nitekim kendisinden sonra gelen peygamberlein babası Hz. İbrahim (as) dır.

Cemaatının "Allah ın dostu" anlamına gelen "Halîlullah" ünvanına sahip İbrahim (a.s), "Ulü l-azm" denilen büyük peygamberlerden biridir. "Ulü l-azm" makamına/gayesine erişen diğer peygamberler ise Nuh (a.s), Musa (a.s), İsa (a.s) ve Muhammed (a.s.v) dir. Hz. İbrahim (as) in "halilullah" lakabını alması Allah a olan sevgi ve bağlılığındandır. Bir rivayete göre Hz. İbrahim (as) insanlara karşı çok cömert olduğu ve onlardan hiçbir şey istemediği için "halilullah" diye nitelendirilmiştir.

İbrahim (a.s) ın nesebi hakkındaki rivâyetler muhteliftir. Ancak rivayetlerin hepsi Sâm b. Nûh a vardığında ittifak etmiştir. Babasının ismi Tarih, lakabı Âzerî dir.
Müslüman tarihçilerin kaydettiğine göre kâhin ve müneccimlerin o sene bölgede doğacak İbrahim adlı bir çocuğun halkın dinini değiştireceğini, Nemrûd un saltanatına son vereceğini söylemeleri, diğer bir rivayete göre ise kendisinin bu mahiyette bir rüya görmesi üzerine Nemrûd hamile kadınları bir yere toplamış ve doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini, ayrıca erkeklerin eşlerinden uzaklaştırılmasını emretmiştir.

Bunun üzerine Âzer, İbrahim e hamile kalan karısını Küfe ile Basra arasındaki Ur şehrine veya Verkâ denilen yere götürüp bir mağaraya saklamış, İbrahim bu mağarada doğmuştur. (Sa lebî, s. 72-74; Taberî, I, 234-235)

İbrahim mağarada on beş ay kalmış, ancak bir ayda dışarıdaki bir yıl kadar gelişme göstererek on beş yaşındaki bir çocuğun vücut ve zekâ seviyesine erişmiştir. İbrahim, Kur ân-ı Kerîm de ayrıntılı biçimde anlatılan (Şûrâ, 42/13) Allah ın sonsuz varlığına ve birliğine dair istidlallerini de bu mağaradan ayrılışını takip eden günlerde yürütmüştür.

Buna göre bir akşam vakti mağaradan çıkarılan İbrahim, babasına gördüğü şeylerin ne olduğunu ve bunların bir yaratıcısının bulunup bulunmadığını sormuş, onların bir rabbi olması gerektiğini düşünmüş; yıldızları, ayı ve güneşi görünce her biri için, "Rabbim budur" demiş: fakat gördükleri kısa süre sonra sönüp gidince: "Ben böyle sönüp batanları sevmem" diyerek bunların hiçbirinin ilâh olamayacağını ifade etmiş; "Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah a yönelttim, ben müşriklerden değilim" diyerek bir olan Allah a dönmüştür. Rabbi İbrahim e: "Müslüman ol!" dediğinde, "Âlemlerin rabbine teslim oldum (Baka-ra 2/131) diyerek bu davete icabet etmiştir.

Bununla birlikte, "Andolsun İbrahim e daha önce rüşdünü vermiştik; biz onu iyi tanırdık (Enbiya 21/51) mealindeki âyetin de işaret ettiği gibi İbrahim peygamberlik öncesinde de doğru yolda idi. İbraim aleyhisselamın, Yıldız, Ay ve Güneş için "Rabbim" demesi, kendisi onlara inandığı için değil, diğerlerinin anlayışına uygun olarak konuşmak ve akıllarını başlarına getirmelerini sağlamak içindir. "Farz-ı muhal Rabbim olsaydı, batmazdı, öyleyse ben batanları sevmem" anlamına gelmek üzere tarizde bulunarak onlara ders vermek adına böyle demiştir.

Hz. Nuh a verilenler Hz. İbrahim e de tavsiye edilmiş ona sahîfeler verilmiştir. (Necm 53/36-37; el-A lâ 87/ 19) Müslüman tarihçiler Hz. İbrahim e on sahîfe indirildiğini, bunların mesellerden ibaret olduğunu bildirirler. (Taberî, 1, 313; bk. Diyanet İslam İlmihali, İbrahim md.)

Hz. İbrahim (as) in ismi Kur an-ı Kerim de yirmi beş sûrede altmış dokuz defa geçmiştir. Kur an-ı Kerim de Hz. İbrahim (as) değişik isim ve sıfatlarla anılmış ve kendisinden övgüyle bahsedilmiştir. Kur an da da geçen sıfatlarının bazıları şunlardır: Evvâh (çok ah eden), Halim, Munib (Allah a sığınan), Hanîf, Kânit (Allah a kulluk eden), Şâkir.
Hz. Peygamber (s.a.s) de Hz. İbrahim (a.s) ın faziletini anlatırken şöyle der:

"Kıyâmet günü ilk elbise giydirilen kişi, İbrahim (as) dir." (Buhâri, Enbiyâ, 8).

"Bir gece bana rüyamda her zaman gelen iki melek (Cibril ile Mikâil) geldi. Bunlarla beraber gittik, nihayet uzun boylu birinin yanına vardık, (Semaya doğru yücelen) boyunun uzunluğundan başını neredeyse göremeyecektim. O İbrahim (a.s) idi." (Buhârî, Enbiyâ, 8).
İbrahim (a.s) Babil halkına uzun süre hak dini, dünyayı, âhireti, hayatı, ölümü ve yeniden dirilişi anlatmış; en yakını olan babasına ise bu meseleyi inceden inceye izah etmişti. Ancak başta babası Âzer olmak üzere halk, İbrahim (a.s) a inanmayıp inkâr etmişti. İbrahim (a.s), babasının bu hareketine kızmamış, ona darılmamıştı. Hatta onun için Allah tan rahmet dileyerek babasına karşı şöyle dedi:

"Sana selâm olsun! Senin için Rabb ımdan mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı lütufkârdır." (Meryem, 19/47).

Bundan sonra İbrahim (a.s), baba ocağını terkederek oradan ayrıldı.
Milletine, putların hiçbir fayda sağlayamayacağını pek çok kere söyleyen ve ancak Yüce Allah ı üstün niteliklere sahip olduğunu bildiren İbrahim (a.s), milletinin kendisine inanmadığını görünce hemen Nemrud a gitti. Kur an-ı Kerîm de ismi geçmeyen ve o sıralar milletinin başında bulunan Nemrud, sahip olduğu servet ve saltanatıyla kendini ilâh sanmaktaydı.
İbrahim (a.s), Nemrud a Allah inancından bahsetti. Fakat o reddetti ve İbrahim (a.s) ile Rabbi hakkında münakaşaya girişti. İbrahim (a.s) Allah Teâlâ nın hem dirilttiğini hem de öldürdüğünü söyleyince Nemrud, kendisinin de bunu yapmağa gücü yettiğini ifade eder. Nemrud, bunu ispat için, iki adamı getirtmiş, birini öldürmüş, diğerini bırakmış; böylece öldürmeğe ve diriltmeğe kâdir olduğunu göstermişti. Bu defa İbrahim (a.s.): "Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene." (Bakara, 2/258) deyince Nemrud şaşırıp kalmıştı.
Bir ara, Allah inancını kabule yanaşmayan halk, bir bayram günü âdetleri üzere puthaneye yemek getirmiş, putlarının önüne koymuş, daha sonra da eğlenme yerlerine gitmişti. İbrahim (a.s) ı de götürmek istemişler, ancak o, rahatsız olduğu gerekçesiyle gitmemişti. Onlar eğlence yerlerine gidince, puthaneye girip putların hepsini paramparça etmiş, içlerinden sadece en büyüğünü, ona baş vursunlar diye sağlam bırakmıştı.

Bayram eğlenceleri biten halk, yine âdetleri üzere yemeklerini almak için puthaneye gelmiş, ancak puthaneyi harabeye dönmüş bir durumda görünce, putları bu hale getirenin İbrahim (a.s.) olabileceğini düşünmüşler, İbrahim (a.s) i çağırıp şu şekilde sorguya çekmişlerdir:

- "Ey İbrahim! Tanrılarımıza bu hareketi sen mi yaptın?" Hz. İbrahim (as) bu soruya
- "Belki onu, şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorsa, onlara sorun!" şeklinde cevap verdi. (Enbiyâ, 21/62-63). Halk, putların cansız ve konuşamaz olduklarını itiraf edince İbrahim (a.s) tevhid inancını haykırırcasına şöyle dedi:
- "O halde Allah ı bırakıp da size hiç bir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Enbiyâ, 21/66-67).
İbrahim (a.s) ın bu savunması, sapıklar tarafından onun suçlu duruma düşmesine yetmişti. Sapıkların lideri Nemrud, İbrahim (a.s) ın öldürülerek veya yakılarak cezalandırılmasını teklif etmiş ve nihayet ateşte yakılmasına karar verilmişti. Hazırlanan ateşin alevi, en şiddetli ve hararetli duruma geldiğinde İbrahim (a.s) ı mancınıkla fırlatıp ateşe attılar. Ancak ateşin ve her şeyin sahibi olan Allah, ateşe şöyle emir verdi:

"Ey ateş! İbrahim e karşı serin ve zararsız ol!" (Enbiyâ, 21/69).

Böylece İbrahim (a.s) ateşten kurtulmuş oldu. O sırada İbrahim (a.s) a inanan tek bir kişi vardı; o da Lut (a.s) idi.
Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurmuştur:

"İbrahim aleyhisselâm yalnız üç defa (te vil ile başka bir manaya çevirerek) yalan söylemiştir. Bunların ikisi Aziz ve Celil olan Allah ın zâtı ve rızası için: Birisi (putperestlere) "Ben hastayım." demesi öbürüsü de "Belki putların şu büyüğü bu işi işlemiştir." demesi. Resulullah üçüncüsü için de şöyle demiştir: "İbrahim günün birinde zevcesi Sâre ile birlikte azılı bir zalime uğramıştı." (Buhârî, Enbiya, 8).
Hadisenin devamı şöyle anlatılmıştır: Hz. İbrahim (as) amcasının kızı olan hanımı Hz. Sâre ile birlikte Mısır tarafına seyahat ederken "Erdün" kasabasına gelmişler. Şehrin kralı ile aralarında ilginç bir hadise geçmiştir. Ebu Hureyre, Peygamber (s.a.s) den rivayet etmiştir. Hz. Peygamber (asv) şöyle anlatmıştır:

"İbrahim (a.s) hanımı Sâre ile birlikte bir şehre gelmişlerdi. O şehirde bir kral veya zâlim bir idareci vardı. Bu zâlime:
- "İbrahim, yanında çok güzel bir kadınla şehre girdi." diye haber gönderdiler. Kral:
- "Ey İbrahim! yanındaki kadın neyin, kimindir?" diye sordurdu. İbrahim (a.s):
- "(din) Kardeşimdir." dedi. Sonra Sâre ye gelip:
- "Sakın beni yalancı çıkarma, ben bunlara seni kız kardeşimdir dedim. Allah a yemin ederim ki, yeryüzünde benden, senden başka iman eden hiç kimse yoktur." buyurdu. Sâre kralın yanına gelince kral (ona kötülük yapmaya) teşebbüs etti. Hz. Sâre kalktı abdest aldı, namaza durdu. Sonra şöyle dua etti:
- "Yâ Rab! Ben sana ve senin peygamberine iman ettimse, ben kadınlığımı zevcimden başkasına karşı koruduysam (ki şu ana kadar böyleydim) benim üzerime şu kâfiri musallat etme." Kralın nefesi boğuldu; ayağıyla yere vurarak çırpınmaya başladı. Bunun üzerine Sâre:
- "Allah ım şayet bu adam ölürse bunu bu kadın öldürdü denilir." diye dua etti. Bunun üzerine adam rahatladı. Bu hadise üç defa tekrarlandı. Bunun üzerine melik etrafındakilere:
-"Siz bana şeytan göndermişsiniz Bu kadını İbrahim (a.s) e gönderiniz. Hâcer i de Sâre ye veriniz." dedi. Bunun üzerine Sâre Hz. İbrahim (as) in yanına gelerek ona (olayı anlattı) ve:
- "Anladın mı! Allah kâfiri zelil etti; bana bir cariyeyi de hizmetçi verdi." dedi. (Buhârî, Buyû, 100; Hibe, 36).
İbrahim (a.s), o ülkeden ayrıldıktan sonra pek çok yer gezdi. Sonunda Şam da karar kıldı. Orada kendisine inananlar günden güne arttı. İbrahim (a.s) e inanların oluşturduğu kitleye "İbrahim milleti" adı verildi.
İbrahim (a.s) Babil den ayrılacağı zaman, babası için Allahu Teâlâ dan bağışlanma dileyeceğini hatırlamış ve babasının affı için Allah a şöyle yalvarmıştı:
"Babamı da bağışla! Çünkü o sapıklardandır."(Şuârâ, 26/86).

Babası da olsa kâfirler için dua edilmeyeceğini bilen İbrahim (a.s) bunu, memleketinden ayrılırken verdiği sözden dolayı yapmıştı. İbrahim (a.s) ın duası kabul edilmedi ve ayeti kerimede bu durum şöyle ortaya kondu:

"Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra akraba bile olsalar puta tapanlar için mağfiret dilemek peygamberlere ve mü minlere yaraşmaz." (Tevbe, 9/113).
İbrahim (a.s) in bundan sonraki yaşantısı Lut (a.s), İsmail (a.s) ve İshak (a.s) ile birlikte geçti. Bunlar hakkında Allahu Teâlâ şöyle buyurur:

"Onları buyruğumuz altında, insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi." (Enbiyâ, 21/73).
Allah Teâla, İbrahim (a.s) a on sayfalık bir kitap da vermiştir. Uzunca bir süre yaşadıktan sonra, ömrünün sonlarına doğru Mısır a gitti. İbrahim (a.s) vefat ettiğinde -kuvvetli rivayetlere göre- Kudüs yakınlarında Halilü r-rahman denilen yerde defnedildi.
Hanîflik: İbrahim (a.s) in dinin temeli tevhide (Allah ın birliğine) dayanıyordu. Ancak zamanla bu inanç unutulmuş ve putperestlik Araplar arasında tamamen yayılmıştı. Buna rağmen birkaç kişide tevhit akîdesinin izleri görülüyordu. Bunlara "Hanif" denirdi.
Hanîf, batıldan uzak, Hakk a yönelen ve tevhit inancı üzere bir Allah ı tasdik eden kişi demektir. Kur an-ı Kerim de "hanîf" kelimesi birkaç yerde geçer. "Hanif" kelimesi daha çok, Hz. İbrahim (as) için Allah a saf ve temiz bir şekilde ibadet eden bir kul anlamında kullanılmıştır.
Haniflikle ilgili ayetlerde şu ifadeler bulunur:

"Ve hanif olarak yüzünü dine doğrult ve sakın Allah a ortak koşanlardan olma!" (Yunus 10/105)

"Sonra da biz, Hanîf olan, müşriklerden olmayan İbrahim in dinine uy, diye sana vahyettik." (Nahl, 16/123).
İslâm dan önce Arap toplumunda; Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr, Kuss b. Sâide gibi kişiler hanifler arasında bulunuyordu. Bunlar; cansız, dilsiz, hiçbir şeye güçleri yetmeyen putların önünde eğilmeyi, onlara yalvarmayı çirkin sayan kişilerdi. (bk. Mefail HlZLl, Şamil İslam Ansiklopedisi, İbrahim md.)




Demişsin ki Senin dinini ve seni dini literatürde kabul eden yokki sen kendi kendine onları kabul ediyorsun veya yanlış değiştirilmiş olduğunu iddaa ediyorsun.Bunu sadece islam süşüncesi içerisinde yapabilirsin.Onuda bir müslümandan başkası kabul etmez.


Ulen elbette Müslümandan başkası kabul etmez. Sen etsen zaten Müslüman olurdun diğerleri de aynı şekilde. Ortada tek bir gerçek varsa ve gerçek buysa senin inanıp inanmamanda o gerçeğin değerini zerre etkilemez. İnanma, istediğin kadar da çamur at, hesabını sen vereceksin. Ben yazdığım hiçbir şeyi inan diye yazmıyorum ki bana ne yav? Banane? Allah hidayet versin derim en fazla, vermiyorsa bir bildiği vardır demek ki der geçerim. Ben kendimden ve ailemden sorumluyum, şükür İslamdan şüpheye düşen bir yakınım olmadı bu zamana kadar yoksa gerçekten çok üzülürdüm. Düşüncesi bile çok kötü. Seni tanımıyorum, kimsin, necisin bilmiyorum. Kuranı okudum diyorsun iyi oku ne yapayım? Okudum, etkilenmedim, inanmadım o halde gerçek değil diyen birine ne yapayım? Ona bakarsan peygamberimizi canından çok seven amcası da ona inanmadı.O amcaki peygambere en yakın insandı. Gurur yaptı, insanlar ne düşünür diye kafa yordu ve helak oldu. Sen kuranı okudun inanmadın ee ne yapayım? Ayı ikiye yardı peygamber ama görenler sen büyücüsün diyip yine inanmadılar. İnanmayanı inandırabilecek bir güç var mı Allahtan başka? Yok. ee Allah istemiyorsa, bi kimiz ki herkesin gerçeği görmesini bekleyeceğiz? Eğer Allah, bütün katillerin, canilerin, hırsızların, dinsizlerin, tahrifçilerin ellerinden tutup onları yaptıklarından alıkoysa, bu takdirde dünyada kötülük namına bir şey kalmaz ve tabii ki, bu durumda imtihandan da söz edilemezdi



Sonracığıma, Kuran tahrif oldu demişsin. Kur an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?
Allah ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermam olan Kur an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur an ınneresine gireceği de bizzat Peygamberimize Cebrail (A.S.) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur an ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (A.S.) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu. Efendimizin vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril yine gelmiş, ancak bu sefer Kur an ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz. Cibril dinlemişti. Böylece Kur an son şeklini almıştı.

Bununla beraber, Hz. Peygamber in sağlığında Kur an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde Sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.

Nihayet Hz. Ebû Bekir in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur an ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.

Artık Kur an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.

Hz. Osman zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaftan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi. Bugün elde mevcut olan Kur anlar, işte bu Kur an dan çoğaltılmıştır.

Kur an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitablardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur an ın edebî icaz ve i câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyat ve belagatına erişılememesinin ve zaptında a zamî titizlik gösteril-mesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur an ı Cenâb-ı Hakk ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfız ve mânâ bakımından bir mu cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur an da şöyle buyurulur:

«Muhakkak ki bu Kur an ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz.:.» (Hicr, 9).

Bugün yeryüzündeki bütün Kur anlar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur an dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı
gibi, semavi kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur an ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur.

Kaynak: Mehmed Dikmen, İslam İlmihali, Cihan Yayınları, İstanbul, 1991, ss. 94-97.

Senin şimdiki uydurmasyon kitapların tahrif edildi. Ona da acevap vereyim Daha önceki peygamberler, belli kavimlere ve belli bir süre için gönderilmişlerdir. Onların kitapları da sadece o kavimler ve belli bir süre için geçerlidir. Onun için Allah onları koruma altına almamıştır. Çünkü o peygamberin gönderildiği süre dolunca veya kitabı tahrife maruz kalınca Allah peşinden başka bir peygamber ve başka bir kitap göndermiştir. Ama bizim Peygamberimiz (asm), bütün zamanlar ve mekanlar için gönderilmiş son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmeyeceğine göre, eğer Allah O’na (asm) verdiği Kur’an’ı korumasaydı, daha sonraki asırlarda gelen/gelecek insanların doğru yolu bulmaları mümkün olmazdı.

3. Allah’ın yeryüzünde yarattığı şeylerin hepsi bir değildir. Kimini sebeplere bağlar, kimini sebepsiz vasıtasız yaratır. Mesela insanların hepsi anne ve babadan gelirken Hz. Ademi (as) hem anne hem babasız, Hz. İsa (as) ı babasız, Hz. Hava yı da annesiz yaratmıştır. Demek ki umumi kanunların dışında bazen hususi olarak muamele etmektedir.

Ayrıca ateş yakar, ay ikiye yarılmaz, ağaç yürümez, asa yılan olamaz. Sebepler açısından böyledir. Ancak, Hz. İbrahim (as) yanmamış, Ay ikiye ayrılmış, ağaç Peygamberimizin (asm) emriyle yürümüş, Hz. Musa (as) ın asası da yılan olmuştur. Allah’ın izniyle ve muradıyla bunlarda değişiklik olmuştur.

Yine bazı peygamberler gelmiş, gönderildiği ümmetleri tarafından öldürülmüştür. Ama Hz. Musa (as), Hz. İbrahim (as), Hz. Muhammed (asm) gibi bazı peygamberlerini de muhafaza ederek korumuştur.

İşte aynı durum kitaplar için de geçerli olabilir. Diğer kitapların değiştirilmesine müsaade eden Allah, hususi olarak lütfuyle Kur’an-ı Kerim’in değiştirilmesini engellemiştir. Bu sebepten dolayı Kur’an’ın özel koruması altında olduğunu belirtmiştir. Hz İbrahim (as)’i ateşten yakmayıp koruyan Allah, Kur’an-ı Kerimi de değişiklikten muhafaza etmiştir.

Şimdi nefis ve şeytanımız, neden diğer peygamberlerini öldürülmekten korumadı da Hz. İbrahim (as)’i korudu, diyemeyeceği gibi, bu konuda da fikir beyan edemeyecektir inşallah.

4. Kur an dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri, Allah ın peygamberlerine indirdiği semavî kitapların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır.
Meselâ Tevrat ın, Hz. Musa (as) dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa (as) dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa (as) a indirilen Tevrat ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.

Davud (as) a gelen Zebur da, Tevrat ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.

İncil e gelince, Hz. İsa (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü otuz yaşında peygamber olmuş, otuz üç yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda İncil i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa (as) ın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsa (as) ın havarileri olan ilk mü minler değil, onları görüp Hz. İsa (as) a gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.

Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu hey et, yüzlerce İncil i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa (as) ın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü dört İncil i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, Hz. İsa (as) ın -hâşâ- Allah ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa (as) dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü dört İncil in, Hz. İsa (as) a indirilen İncil in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Kur an ın Dışındaki İlâhî Kitaplar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?

Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.


ŞEYTAN AYETLERİ SAFSATASINA GELECEK OLURSAK



Bazı insanların Kuran a şüphe düşürmek için zaman zaman bazı iftiralar attıkları görülmektedir. Bunlardan biri de Garanik uydurma hikayesidir. Sizin sorunuza neden olan da budur. Allah Peygambelerini bütün vesveselerden ve şeytanın telkinlerinden korumuştur.

“Senden önce hiç bir resul veya nebî göndermedik ki, halkının hidâyetini umarak gayret gösterdiğinde, şeytan onun temennisi hakkında bir vesvese vererek, ümidini kırmak istemesin. Ama Allah, şeytanın attığı o vesveseyi giderir, sonra da âyetlerini sapasağlam, muhkem kılar. Zira Allah alîmdir, hakîmdir (herşeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir)” (Hacc, 22/52).

Bu âyet-i kerime farklı değerlendirmelere mülahazalara yol açmış ve etrafında bir takım hâdiseler, rivayetler örülmüştür. Şimdi bunları ve konunun aslını ele alalım:

“Temenni”nin anlamları:

Burada en önemli kavram “temenni”dir. Kelimenin Türkçe’mizde de bulunan ilk anlamını esas alırsak âyet şöyle tefsir edilebilir: Her peygamber, kavminin ilahi hidayete tabi olup kötülüklerden kurtulmalarını arzu eder. Şeytan, insanların kalplerine şüphe atarak halkı resullere karşı koymaya çağırır. Yahut resul, kavminin hidayetini temenni edip hırsla çalışırken, şeytan onu ümitsizliğe düşürmek için vesvese verebilir, onu maksadından caydırmaya çalışır. Kur’ân-ı Kerim, şeytanlara uyanların yaptıkları işleri bazen şeytanlara izafe eder. Zira sebebiyet münasebeti vardır.

Dine davetinin başlangıcında Peygambere inananlar az, küfür tarafı ise sayı ve maddî imkân bakımından çok güçlü olduğundan şeytan, haklı olanların, sayıca çok olanlar olduğu telkininde bulunur, hattâ "haklı olsa Allah onu üstün kılardı" diye Allah Teâlâ’nın da kendi tarafında olduğu vesvesesini verir. Bu durum, bir taraftan müşrikler, bir taraftan mü’minler hakkında bir fitne (yani imtihan) olur. Fakat neticede Cenab-ı Allah, sabreden iman ehlini teyid ederek, şeytanların ortaya attıklarını giderip peygamberlerin tebligatının hak ve hakikat olduğunu izhâr eder. Şeytanın ye’se düşürmek üzere vesvese verdiği peygamber, ilk anda vesveseye maruz kalsa da, “ismet” vasfı vesvesenin karşısına çıkar, yani Allah’ın verdiği “günahtan korunmuşluk” vasfı, şeytanın vesvesesini iptal edip boşa çıkarır (M. Tahir İbn Âşur, Tefsiru’t-Tahrir, 17/299-300). Allah, müminlerin kalplerinden şeytanın şüphelerini nesh edip, vahdaniyet ve risaletin hakkaniyetini bildiren âyetleri onların kalplerinde muhkem kılar; kâfirler ve münafıklar ise küfür ve şüpheleri içinde kalırlar.

Âyet-i kerime, bu sürecin bütün tevhid tarihinde, istisnasız olarak tekrarlandığını bildirerek Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmektedir (krş. A.H. Aksekili, Hatemu’l-Enbiya Hazretlerine İsnad Olunan En Çirkin İftiranın Reddiyesi, s. 61-67; İbn Âşur, 17/300-301).

İlgili âyetlerin mânâsını tevcih hususunda birkaç görüş daha varsa da bu âyetteki umum, talil, risalete hakkını vermek gibi üç husus dikkate alınınca, isabetli tefsirin ancak bunlar olduğu tezahür eder (Aksekili, s.69). Bu izahta ne lisan kaidelerine, ne da itikad esaslarına aykırı bir taraf yoktur. Bu mânâ, zorlamasız, insicamlı olarak âyetin fasih ifadesinden ortaya çıkan mânâ olup, ayrıca bir hikâye uydurmak suretiyle boşluk tamamlama ihtiyacı göstermez (İbn Âşur, 17/303).

Âyette geçen temennî’nin ikinci mânâsı “okumak”tır (İbn Âşur, bu mânâ ve bunun şahidi olarak Hassan ibn Sabit (r.a.)’a nisbet edilen beytin ona mensup olduğu hakkında şüphe izhar eder.). Elka “bir şeyi elinden atmak” demek olup, bozmak kasdıyla halk içine bir şey atmak mânasıyla vesvese hakkındâ istiare olmuştur. Nitekim elkaytü fi hadisi fülanin deyimi, “söyleyenin maksadına aykırı olmakla beraber lafzın az çok muhtemel olduğu şeyi sözüne karıştırdım” yahut “netice itibariyle, söylemediği bir şeyi ona mal ettim” demektir. (Hak yolun karşısına çıkanlar, insanları saptırmayı kendilerine iş edinirler, onlar şüpheye uyup, şüphe uyandırmak için çabalar dururlar. Sapkınların kalplerine bunları atanlar (ilka edenler) şeytanlar olduğu için, bu sebebiyyet alâkasından ötürü onların yaptığı iş, şeytanlara izafe edilebilir.)

Meselâ şeytanların kulaklarına üflemeleriyle müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s) Kur’ân âyetlerini tebliğ ettikçe, batıl bir şekilde onu redde çalışıyorlardı.

Kur’an şirke kaçacak delik bırakmaz

Şimdi konunun diğer yönüne geçelim:

Cenab-ı Allah Necm suresinde putları tahkir etmek üzere şöyle buyurur:

“Baksanıza şu Lat ve Uzza’ya; ve üçüncüleri olan öteki (put) Menat’a. Demek erkek size, kadın Allah’a öyle mi? O halde bu insafsızca bir taksim! Onlar (o putlar) sizin ve babalarınızın (tanrı) diye isimlendirdiğiniz (boş, medlûlsüz) isimlerden başka bir şey değildir. Allah onların tanrılığı hakkında hiçbir delil indirmemiştir: o putlara tapanlar sırf zanna ve nefislerinin alçak hevesine uyuyorlar. Hâlbuki onlara, Rab’leri tarafından yol gösterici gelmiştir. Yoksa her arzu ettiği şey, o insanın kendisinin mi olacaktır? Son da ilk de (âhiret de dünya da) Allah’ındır. Göklerde nice melek var ki, onların şefaati hiç bir işe yaramaz, meğer Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun (ancak o zaman şefaatin faydası olur). Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adını takıyorlar. Onların bu hususta bir bilgileri yoktur; sadece zanna uyuyorlar; zan ise hak olan (ilmin) yerini tutmaz (Necm, 53/19-28).

Bu pasaj, putları ve putperestliği tahkir eden, bütünlük arz eden, unsurları arasında kopukluk olmayan insicamlı bir metindir. Kısaca söyleyecek olursak, burada putlar ve putperestler, putların kız suretinde tasvir edildiği de tasrih edilerek, yedi yerde açıkça tahkir edilmiştir, şöyle ki:

1- Efe raeytüm (l) ile yapılan tahkir. Zira bu tabir, peşinden gelen şeyi reddetmek için yapılan bir giriztir.

2- Esmâün semmeytûmûhâ ile, kuru isimler, medlulü olmayan sadece müşriklerin vehimlerinde varlığı bulunan putlar kasdedilir.

3- Allah, onları tanrılaştırmaya hak verdirecek hiçbir delil bildirmemiş, hiç bir yetki vermemiştir.

4- “Demek erkek size, kadın Allah’a öyle mi?” istihzası.

5- Sırf zanna ve alçak hevese uydukları ittihamı.

6- Makbul varlıklar olan meleklerin bile, Allah’ın izni olmadıkça, şefaatlerinin fayda vermediği.

7- Meleklerin dişi olduğunu söyleyenlerin ahirete inanmadıkları.

Efe raeytum ile, müşriklerin mabudlarının hakirliği, akidelerinin sakimliği gösteriliyor. Hitap Kureyş’e yapılmaktadır. Yani “sırf ilahî vahy olan bu kelâmı dinledikten, sahibinizin (arkadaşınızın) miracda gördüklerini duyduktan sonra: “Baksanıza şu Lat ve Uzza’ya, bir de şu geride üçüncüleri olan Menat’a!” (Elmalılı H. Yazır, 6/4591)”... Bu beyandan sonra, siz de o taptığınız muhtelif putları ve geriliklerini gördünüz değil mi? Şimdi haber verin bakalım, size erkek O’na dişi öyle mi! (Müşrikler putlarına müennes (dişi) isim takarlardı. Onlar “putlar, ilâhî kuvvetlerin, melaikenin suretleridir, melâike ise Tanrı’nın kızlarıdır, biz onların suretlerini yapıp dişi isimleri vererek onlara perestiş etmekle kendilerini Allah indinde şefaatçi ediniriz’’ sanıyorlardı).

“O halde bu, insafsızca bir taksim!” (Necm, 22). Allah’a çocuk isnat etmek, haddizatında büyük bir zulümdür. Fakat müşrikler, kendilerinin kız babası olmalarını eksiklik sayarak, kız istemedikleri, hattâ onları öldürdükleri halde, kızları Allah’a tahsis etmekle, kendi vicdanlarına karşı, tazim eylemek istedikleri Mabud’u tahkir etmiş, Ona karşı büyük haksızlık etmiş oluyorlardı. (Taberî, 27/58; Elmalılı, 6/4596). Mezkur hususlar putları açıkça tahkir etmesine rağmen, uydurma bir rivayet 20. âyetten sonra “Ve tilke’l-garaniqu’l-ula, ve inne şefaatahünne le-turteca” (Bunlar yüce kuğu kuşları (tanrıçalar)dır ve elbette onların şefaatleri umulur) sözünün yer aldığını öne sürer.

Aslında ilgisi olmadığı halde, Garanîk meselesi ile ilgisi kurulan sahih bir rivayet vardır. Buharî’de İbn Abbas (r.a)’ın şöyle dediği nakledilir: “Necm suresini okuyunca Hz. Peygamber (s.a.s.) secde etti, onunla beraber Müslümanlar ve müşrikler, cinler ve insanlar da secdeye vardılar’’ (Sahih, “Necm Suresi’nin Tefsiri”). İmam Ahmed, (Müsned, 6/399-400) ve Nesaî (“İftitah”, 2/160) başka bir tarikten buna benzer bir rivayette bulunur, fakat mazmunu Necm Suresi’nin okunmuş olup, orda bulunan herkesin secde ettiğidir.

Bu secde şöyle izah edilir: Hz. Peygamber (s .a.s.), Cenab-ı Allah’ın, surenin son âyetindeki emrini tutarak secde edince, müşrikler de kendi mabudlarına tazimen secde etmişlerdir (İzmirli İsmail Hakkı’dan naklen Aksekili, s.46-47). Secdeye kapanmaları, Hz. Peygamber’in bir mucizesi de olabilir. Yahut, Kur’ân-ı Kerim’in müessir üslubu, yüce hakikatleri, hele Resûlullah’ın mübarek ağızlarından okununca, muazzam bir tesir gücü kazanmış olmalıdır.

Garanîk Kıssasının tenkidi

Taberî; M. İbn Kâb el- Kurazî, Ebu’I-Âliye, Saîd İbn Cübeyr, İbn Abbas, Dahhâk, İbn Şihab’dan özeti şu olan bir kıssa nakleder. (Tefsiru’t-Taberî, 27/186-189):

Resûlullah, kavminin yüz çevirdiğini görünce bu ona çok ağır geldi. Allah’tan kavmi ile kendisini birbirlerine yaklaştıracak bir şey inmesini temenni etti. Cenab-ı Allah Necm suresini indirdi. O da okudu. Bu esnada şeytan gönlünden geçirip de kavmine getirmek istediği şeyi onun lisanına atıverdi: “(Bunlar yüce kuğu kuşları (tanrıçalar)dır ve elbette onların şefaatleri umulur).” Kureyşliler bunu işitince sevindiler ve onu dinlemek üzere yaklaştılar. Mü’minler de Rab Teâlâ’dan gelen şeyi tasdik ettiler, Peygamber’i bir hata veya vehimden ötürü itham etmediler. O, sureyi bitirince secde etti. Onun secde ettiğini gören mü’minler de onun getirdiğini tasdik ederek secde ettiler. Mescitteki müşrikler de secde ettiler. Velîd ibn Muğîre hariç herkes secde etti. Secde haberi, Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlar’a da ulaştı. Bir kısmı orada kalıp, bir kısmı Mekke’ye hareket etti. Sonra, Cenab-ı Allah, Peygamber’e, “Benim indirmediğim şey söyledin!” dedi. Resûlullah üzüldü, Allah’tan korktu. Bunun üzerine Allah bu âyeti (Hac, 52) indirerek onu teselli etti, Şeytanın ilka ettiğini neshetti” (Taberî, 27/187-188).

Muhteva yönünden Tenkidi

A) Muhteva yönünden tenkidi (dahilî tenkid). Bu rivayeti, ihtiva ettiği tenakuzlardan ötürü kabul etmek mümkün değildir zira:

a) Daha önce gerek Hac, gerekse Necm sûrelerinde geçen mezkûr iki âyet grubunun tefsirini nakletmiştik. Bu hâdise, onların muhtevaları, sibak siyaklari ile uyuşmaz. Özellikle Necm sûresi, naklettiğimiz pasajında, belirtmiş olduğumuz yedi unsuru ile şirki iptal etmişti. Bu ortam içinde, putları yücelten bir söz girecek yer bulamaz, kabulü mümkün olmaz.

Faraza söylenmiş bile olsa, müşriklerin buna kanması mümkün değildir.

Şirke, putlara hakaret üstüne hakaret yağdırılırken öven bir cümle ne ifade ederdi ki? (M.H. Heykel, s. 96; Seyyid Kutub, “Necm suresinin tefsiri,” 27/73). Hiç merak etmeyelim, Peygamberimizin muhatabı şedid müşrikler, böyle bir sözle havalanmayacak kadar davalarına bağlı, şüpheci ve radikal idiler. Böyle bir sözün burada söylendiği farz edilirse, asıl düşünülecek tevcih, diğer yedi unsura ilaveten, onu sekizinci bir hakaret ifadesi saymaktır. Yani, başta bir istifham hemzesi takdir edilerek:

“O dişiler (tanrıçalar), onların şefaatleri umulacak ha! Yuh olsun sizin aklınıza!” (Razî, Mefatihu’l-Ğayb, Hac,52 tefsiri, 6/249) da bu ihtimali bildirmekle beraber isabetli bulmaz).

b) Cenabı Allah, bu kısa Necm sûresinde, şeytanın sözünün, âyet olarak girdiği iddia edilen kısmın önünde ve sonunda, bu hikayeyi tam iptal edecek hakikatleri yerleştirmiştir. Red ve iptal edici yedi unsuru, daha önce zikretmiştik. Şimdi de, vahy hakkındaki şu kuvvetli teminatı hatırlatalım: Bu sûrenin baş tarafında (Necm, 2-4): “Şaşırmadı sahibiniz, azıtmadı da. Ve hevadan söylemiyor. O, sade bir vahiydir, ancak vahyolunur. Ne aldanır, ne aldatır, o kendi re’y, arzu ve temennisinden söylemez.” âyetleri vardır. Kısaca vahye şeytan asla müdahale edemez, o daima korunma altındadır.

c) Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından böyle bir şey söylenmesi, risalete aykırıdır. Zira böyle bir sözü kasden, cebren veya sehven söylemiş olabilir, başka bir ihtimal yoktur. Kasden söylemek küfürdür, caiz değildir. Peygamberin gönderilmesinin sebebi putları övmek değil, kötülemektir. Şeytanın cebren söyletmesi de mümkün değildir. Zira Cenab-ı Allah, Şeytana: “Benim kullarım üzerinde senin bir yetkin yoktur”(Hıcr, 42) âyetinde şeytanın mü minler üzerinde sultası olmadığını bildirmiştir. Şeytan, mü’min kulları bile icbar edemezse, Peygamber’i hiç edemez. Hz. Peygamberin, sehiv ve gafletle söylemiş olması ihtimali de merduttur; Zira tebliğ halinde onun hakkında gaflet caiz değildir. Caiz olsaydı, onun söylediklerine artık itimat kalmazdı. Ve çünkü vahy edilen Kur’ân hakkında Cenab-ı Allah, (Fussilet, 42) “Kur’ân a batıl, ne önünden ne ardından yol bulamaz”, keza, “Kur’ân’ı Biz indirdik ve onu Biz muhafaza edeceğiz” (Hicr, 9) buyurmuştur.

Diğer taraftan, daha birçok âyet, Hz. Peygamberin risalet ve tevhid hususunda son derece kararlı olup, müşriklere azıcık bir meyil dahi göstermediğini bildirmektedir, (bkz. Hakka, 46; Yunus, 15; İsra, 74; Furkan, 32.)

Rivayet Cihetinden Tenkidi

Rivayet yönünden bu vak’a uydurmadır. Birçok muhakkik bu kıssayı reddetmiştir. El-Beyhakî: “Bu kıssa, nakil bakımından sabit değildir.” demiştir (Razî, Mefatihu’1-Ğayb, 6/245). Kâdî İyad: “Sahih hadisleri rivayet eden hiç bir kitabın bunu nakletmemesi, hiçbir sikanın bunu sahih ve muttasıl bir senetle rivayet etmemesi, çürüklüğünü göstermeye kâfidir. Nakledenler, sadece tuhaf şeylerle oyalanmayı âdet edinen bazı tefsirciler ile tarihçilerdir” (eş-Şifa, 2/111). Es-Suheylî: “Bu hadis, sabit değildir” der (er-Ravdu’1-Unuf, 1/229). Beydavî. Neysabûrî, Ebu’s-Suûd, Ebü Mansur el-Maturidî, İbn Kesir, Nevevî, Bedreddîn Aynî, el-Hatîb Şirbinî, Alusî, Ebu Bekr ibnu’l-Arabî, Ebû Hayyan, bu kıssanın sabit olmadığını beyan edenlerden bazılarıdır. (Bu zatların fikirleri hk. bkz. Tefsîru İbn Kesir, Râzî, Hatib Şirbinî, Ebu’s-Suûd, Âlusî tefsirlerinin Hac, 52 âyetine dair yaptıkları açıklamalar). Rivayetin bir aslı olabileceğini düşünenler arasında İbn Hacer ile İbrahim el-Güranî bulunmaktadır.

Bazı rivayet ehlinin bu kıssaya inanmasını nasıl izah etmeli? Secde gerçeğine sebep arama, Kureyş’in Hz. Peygamber’in kıraatinin etkisi ve Kur’an’ın büyüleyici üslubunun tesiri altında yaptığı secdeye bahane olarak ileri atmış olabilecekleri sözün yaygınlaşması, keza Hz. Peygamber’in, kavminin hidayete gelmesini çok arzu etmesi, şeytanın işi karıştırıp Hz. Peygamber’e vesvese vermesi, Habeşistan’a gidenlerin geri dönmesi gibi olaylar hicri ikinci asır başlarında bir araya gelerek bir kıssa halinde birleştirildiği, bazı tarihçiler ve tefsircilerin de, boş bulunup eleştirmeksizin kabul psikolojisi içine girdiği söylenebilir. (bkz. Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, 1/487. Bu konuda daha başka tevcihler de yapılmıştır: Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, c.l; A.Himmet Berkî- O. Keskioğlu, Hatemul-enbiya, s.96-166).

A. H. Aksekili rivayeti eleştirirken, şeytanın sözünün on beş ayrı şekilde rivayet edildiğini bildirip bunları ayrı ayrı sıralar (s. 16-17). Rivayetlerdeki bu ıztırabı, uydurma olduğunun delili sayar. Daha sonra ise râvîlerdeki ıztırabı ele alır. Ravilerin bu sözü, onu söylediğinde gah Resûlullah’ın namazda olduğu, gah Kureyş’in nâdilerinde (klüplerinde) bulunduğu sırada, veya namaz kılarken uyuklamış, uyurken ağzından kaçırıvermiş tarzlarında on bir çeşit anlatım ile naklettiklerini, birinin bir türlü öbürünün başka türlü söylemesinin de meselenin uydurma olduğunu göstereceğini ifade eder (s. 22). Ona göre bu, Tâbiun devrinden sonra uydurulmuştur. Keza Aksekili, İbn Abbas’a mal edilen bu konudaki sekiz sebeb-i nüzul rivayetini inceleyerek, bu ıztırabın da rivayeti çürüttüğünü beyan eder (s.26).

Konuyu dikkatli şekilde inceleyen muasır müellif Mevdûdî ise, tarihi bakımdan şu tenkitleri öne sürer. 1-Muteber tarihî kayıtlara göre Habeşistan’a ilk hicret bi’setin 5. yılında Receb ayında olmuştur. Hikâyeye göre, sulh haberini öğrenip dönenler, gittikten sadece üç ay sonra, aynı yılın Şevval ayında dönmüş oluyorlar. 2- Hikâyeye göre bu sözü söylediğinden ötürü Resûlullah’ı itab eden İsra, 73-75 âyeti inmişti. Halbuki İsra sûresi Mirac’ı müteakip inmiştir. Miraç ise bi’setin 11 veya 12. yılında vaki olmuştur. Buna göre uyarmanın 5-6 sene bekledikten sonra yapılmasını kabul etmek tuhaflığına düşülür. 3- Teselli etmek üzere indiği bildirilen Hac 52 âyeti Hicrî birinci yılda inmiştir. Buna göre teselli, uyarma ve tekzibden 2-2,5 yıl, olayın üzerinden ise 9 yıl kadar zaman sonra olmuş olur. Bunu kim kabul edebilir? 4- Hem niçin tekzib ve teselli için gelen âyetler, bizzat Necm sûresine ilave edilmeyip ayrı ayrı sûrelere yama olarak eklensin? Hâlbuki bu âyetler, –daha önce gördüğümüz üzere– muhtevalarıyla tam insicamlı olup yama intibaı uyandırmazlar.

Muasır Tunuslu müfessir M. Tahir ibn Âşur bu Garanîk kıssasını maharetle reddettikten sonra hülasa ederken der ki: “Bu kıssayı, müşriklerin Necm sûresini dinledikten sonra secde ettiklerini bildiren sahih haberle birleştirmek, bazı müelliflerin karıştırmalarından ibarettir. Keza bu kıssayı Hac sûresi ile birleştirmek de öyledir. Mekke’de ilk nazil olan sûrelerden bulunan Necm sûresi ile, bir kısmı Medine döneminin başlangıcında, bir kısmı Mekke döneminin sonlarında inen Hac sûresi arasında pek uzun bir zaman vardır. Keza Habeşistan’a hicret edenlerin dönmesi ile birleştirmek de fanteziden ibarettir.

Sûresinin inmesi ile Habeşistan’dan dönme arasında nice seneler vardır.1 Hâdisenin aslı şu olabilir: Mekke’de İbnu’z Ziba’ra2 gibi cahil alaycılar vardı. Onlar, Necm sûresinde Lat, Uzza, Menat’ın anılmasını halk içine fitne sokmak için fırsat bildiler. Bu sûreyi seçmelerinin sebebi ise, Allah Resûlü onu Kabe’de okuduğunda müşrikler de orada idiler ve Allah, nebîsi için mucize olarak Kureyşlileri secde ettirdi. Sonra onlar, bu secdelerine mazeret olarak böyle bir hâdiseyi uydurdular. (İbn Âşur, Tefsîru’t-Tahrîr, 17/305)

İbnu’l-Kelbî (ö. 204) Kitab’ul-Asnâm (Putlar) adlı kitabında, cerh ve tadil kaidelerini de tatbik etmeksizin, putlarla ilgili her türlü haberi toplayıp naklettiği halde bunu zikretmez; buna mukabil, Cahiliyye Araplarının Kabe’yi tavaf ederken: “Lat hakkı için, Uzza hakkı için, üçüncüleri Menat hakkı için! Onlar yüksek kuğular (dişi tanrıçalardır), onların şefaatlerine ümit bağlanabilir” dediklerini anlatır (Kitabu’l- Asnam trc. B. Bilgin, metin, s.13; trc. s.32).

Yakut el-Hamevî de Mu’cemu’l-Büldan adlı ansiklopedik coğrafya lûgatında Uzza’yı anlatırken (4/116-117) müşriklerin bu sözlerini nakleder. Bu son iki cümle, Garanik rivayetinde, şeytanın Peygamberimize söylettiği iddia edilen sözün aynısıdır. Büyük ihtimal Garanik kıssasının menşei, müşriklerin bu sözleridir. Elmalılı H. Yazır da, (6/4597) “Demek ki Garanîk teşbihi, Peygamber’den evvel söylenegelmiş bir sözdür. Muhtelif şekillerde söylenmiş olması da buna delâlet eder. O halde bu söz, esas itibariyle müşriklere bir ilka-yi şeytanîdir.” açıklamasında bulunur.

Bu kıssayı istismar eden veya onu çürüten oryantalistler

Bunca tutarsızlığına rağmen, bu Garanik kıssasını, vahy ve nübüvvet akidesine gölge düşürmeye elverişli bulmaları sebebiyle gerçek kabul eden müsteşrikler, gerçekten acınacak bir ilmî sefalet sergilemektedirler. W. Muir, R. Dozy, Brockelmann, Nöldeke, Blachere, M. Gaudefroy-Demombynes, M. Watt bunlar arasındadır.3 Peşin hüküm ve aleyhtarlık sebebiyle tenakuzlara düşmekten, zekâları ve ilmî maharetleri kendilerini koruyamamıştır.

Bununla beraber, müsteşriklerin ele aldıktan hemen her meselede olduğu gibi, bu mevzuda da, içlerinden bu hususta hakkı teslim edenleri çıkmamış değildir. Ezcümle –bir çok mevzuda garazkâr ve peşin hükümlü olan– L. Caetani, isabetli tahlille bu hikayenin uydurma olduğunu açıklamıştır: “(...) Çünkü bunu uyduranlar, iki büyük gayr-i tabiîliği ve tezadı bertaraf edememişlerdir. Yalanın bacağı kısadır. Yukarıdaki hadislerin hepsi ispat etti ki, Muhammed ile Kureyşliler arasındaki ihtilaf, Kureyşlilerin düşmanlığı karşısında Müslümanları muhacerete mecbur bırakacak kadar şiddetlidir.

“Şimdi tetkik etmekte olduğumuz hikayeyi bize nakleden muhaddislerin sözlerine inanırsak, Müslümanlar birkaç Kur’ân âyetini alenen okurlarsa gayet şiddetli fena muameleye maruz kalıyorlardı.

“O halde Muhammed’in bütün Kureyşliler önünde koca bir sûreyi baştan aşağı okuması, Kureyşlilerin de ne söyleyeceğini bilmeden dinî bir dikkat ile kendisini dinlemeleri manâsız olmaz mı? Bundan başka, bu hikâye iyi düşünülmüş de değildir. Muhammed, şeytanın talim ettiği âyetleri okuyor ve bunların manâlarını anlamıyor, yahut başka âyet bilemiyor gibi görünmektedir.” (Caetani, İslam Tarihi, 2/264-265). Keza şöyle der: “Muhammed hakiki bir devlet adamı idi, kendisinde gayet ince biri fikr-i siyasî vardı, insanlarla müzakerede, insanları idarede fevkalâde maharet sahibi idi. Üç puta karşı ibadeti muvakkaten kabul etmek gibi kaba hataların ondan sadır olması gayr-i kâbildir. Çünkü bu hareket geçmiş senelerin cesur çalışmalarını bir an içinde birden bire yıkmaya ve kendi kendisini mahvetmeye müsavi idi.” (A.g.e., s.265-266)

Fakat müsteşriklerden, üstelik ciddî tanınan (Arap Dil Akademisi azalığı ile de taltif edilen) B. Blachere’in irtikâp ettiği, ciddiyetsizlikten de öte, haysiyetsizliği kimse yapmamıştır. Zira bütün dünyada bir kelimesi bile farklı olmayan Kur’ân-ı Kerim’i Fransızca’ya tercümesinde “sözüm ona iki âyet” ilave etmiştir. Yaptığı ilaveler Necm sûresinin 20. âyetinden sonra 20 bis, 20 ter diye yazıp tercüme ettiği bu şeytanî sözlerdir. Bu tahrifi yaparken dipnotta bir gerekçe (!) yazmaya veya kitabının önsözünde bir açıklama yapmaya bile teşebbüs etmemiştir.

Blachere, daha önce yayınladığı ve nüzul sırasına göre sûreleri sıralayarak tercüme ettiği Kur’ân mealinde ise (Le Coran: Traduction selon un essai de reclassement des sourates, Paris, 1949) bu şeytanî sözleri yine âyet diye dercetmekle beraber, buradaki âyetlerin nüzul tarihi konusunda bir iddia ileri sürer. Yukarıda Necm sûresinden iktibas ettiğimiz pasajda (19-28. âyetler) 19-23 kısmına yeniden bakalım:

Kur’ân’ın üslubunu az çok bilen bir kimse, burada hiç bir manâ boşluğu bulamaz, fikirler teselsül halindedir, kopukluk yoktur. Kelamın gelişmesinde muhatap, 20. âyetten sonra, yani putları tahkire yapılan girizgahtan sonra “Demek erkek size kadın Allah’a öylemi? O halde bu, insafsızca bir taksim!” kısmını bekler. Blachere, putları daha ayrıntılı tarzda reddeden bu 23. âyetin “muahhar” (yani sonradan inmiş) olduğunu iddia etmektedir. Bunun tek sebebi bu âyetin, putları metheden o uydurma söze imkân bırakmamasıdır. Blachere’in gösterdiği gerekçe de 23. âyetin “arythmique” yani öbürlerine göre uzun olmasıdır. Kur’ân ın her zaman şiir şeklinde rythmique olduğunu kim görmüş? O, şiir değil ki! Bunu iddia eden mi var? En açık misallerinden biri Fatiha sûresidir. Bu sûrenin 7. âyeti diğerlerine göre açıkça uzun diye sonradan mı eklendiğini söylemek gerekir? Kitab-ı Mukaddes kritiğinde formgeschichtliche adıyla bilinen Alman metodunu Kur’ân’a uygulamak isteyen bu şahıs, mezkur tercümesinde çok tuhaf ve zor durumlara düşmüştür. Meselâ ona göre Asr sûresi önce “Asra andolsun ki insanlar ziyandadır” şeklinde idi. Kalan kısmı sonradan ilave edilmiştir. Ona kalsa bu nevi istisnalar Medine dönemine ait olmalıdır.

Necm sûresinde, 23. âyeti şimdilik bir tarafa bıraksak bile, 21 ve 22. âyetler de putları açıkça reddetmektedir. Müşrikler erkek evlat ister, kız çocuklara hiç değer vermezlerdi. Burada onların bu telakkilerine işaret olunarak, Allah’ı, kendilerinden daha dûn bir mevkiye düşürmelerindeki saçmalık belirtilmiş olmaktadır. Blachere, bunların sonra ilave edildiğini söylemiyor, aksine bu metinlerin “eski” olduğunu tasrih ediyor. Diğer taraftan o, Tûr sûresini nüzul bakımından 22. sıraya koyar. Necm sûresi ise ona göre 30. sıradadır. Tur sûresinin 39. âyeti, ”Demek oğullar sizin de kızlar O’nun öyle mi?” diyerek, aynı şekilde bir taraftan putların bir taraftan puta tapanların hakirliklerini ortaya koymaktadır. Blachere’in dediği gibi: “Kur’ân, dişi tanrıları red delilini tekrar ele almıştır”, öyleyse, bu daha önce yapılmış iken, Necm sûresinde de aynı kelam içinde tekrar edilmiş iken, bu batıl tanrıların hak olduklarının, üstelik övülmelerin manâsı kalır mı?

Sonra gelen 26. âyet, Allah isteyip razı olmadıkça, meleklerin bile şefaatlerinin muteber olmayacağını bildiriyor, yani putların şefaatlerinin asla mevcut olmadığını anlatmak istiyor. Bütün bunlar, müşriklere ait olan bu uydurma sözün, bu muhtevaya ne derece zıt olduğunu göstermeye kâfidir.

Garanik meselesine sarılarak İslâm aleyhinde şüphe uyandırmaya çalışan
müsteşrikler dürüst davranmamaktadırlar. Davransalar, İslâm incelemelerinde, Müslümanların “Bizim malımızdır” diye sahip çıktıkları hususları tetkik edip onlar hakkında değerlendirme yapmaları gerekirdi. Onların “bu sabit değildir, bizim malımız değildir” dedikleri şeyleri ise, bir tarafa bırakmaları gerekirdi. Dürüstlük bunu gerektirir. Fakat onların çoğu, Buhari’nin kitabı gibi Müslümanlar’ın ittifakla kabul ettiği kitaptaki hadisleri kabul etmez de, tarihî usule, Müslüman hadisçilerinin koydukları cerh ve tadil kaidelerine uymayan rasgele bir kitaba girmiş (meselâ el-Eğâni, Kitabu’l-Mearif, el-İkdu’l-Ferid gibi edebiyat kitaplarında bulunan) rivayetleri İslâm hakkındaki hükümlerine esas alırlar. Fakat bu, onlar farkında olmaksızın İslâm’ın hakkaniyetine ayrı bir delil oluşturmaktadır. Çünkü böylece onlar, tarihen sabit kâfi nasslarda aleyhte kullanacak tutamak bulunmadığını tasdik etmiş olmaktadırlar.

Notlar:
1. Habeşistan’a hicret eden Müslümanların bir kısmı Hicret-i Nebeviye’ye yakın, bir kısmı ise hicreti müteakip, bir kısmı ise çok daha sonra dönmüşlerdir. (A.H. Berki - O. Keskioğlu, Hatemu’l-enbiya, s.96).
2. Abdullah İbnu’z-Ziba’ra, başlangıçta İslâm’ın en şiddetli aleyhtarlarından biri idi. Mekke’nin fethinden sonra Necran ‘a kaçtı. Daha sonra dönüp özür diledi, özrü kabul edildi, 15/636’da vefat etti (Zirikli, A’lâm).
3) Bu müsteşriklerin, Garanik konusuna temas eden eserleri için bkz. Prof Dr. İsmail Cerrahoğlu, A. Ü. İ. F. Dergisi, XXIVI (l981). “Garanik Meselesinin İstismarcıları”, s. 69-91. Muhterem hocamız bu değerli çalışmasında oldukça geniş bir bibliyografya vermektedir). W. Muir, Life of Mahomet. Londra, 1984 s: 78-82; R Dozy, Tarih-i İslâmiyet (trc. Abdullah Cevdet), Mısır, 1908, 1/68-72; C.Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, (trc. N. Çağatay), Ankara, 1964, s.13; Th. Nöldeke, Geshichte des Qorans, 1909, s: 100-103; Blachere, Le Probleme de Mahomet, Paris, 1952, s: 40-41; M. Gaudefroy-Demombynes; Mahomet, Paris, 1957, s.84-88; M. Vatt, Muhammad at Mecca, Oxford, 1953, s: 101-169; M. Watt. Hazret-i Muhammed, (trc. Hayrullah Örs), İstanbul, 1963 ,s: 65-71.



Başka soru, pardon, iftira, karalama vs var mı?

Ve son olarak diyeceğim odur ki;




Biz Allah a, bize indirilen Kur an a; İbrahim e, İsmail e, İshak a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa ya ve İsa ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitap ve âyetler) e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz (Allah a) teslim olmuş Müslümanlarız. " (Bakara, 2/136)."

 
Kimden: baterisst  94.55.210.1***
16.12.2012 13:32:53
Cevap: süryani olmak
Yahu arkadaş ben diyorum hanya sen diyosun konya.Sanki incilin tevratın dünya üzerindeki baskıları kelimeleri değişik bu ne geriliktir.Mantığın basmıyor.Şu yukarıda yazdıklarınn hepsi
hazır sığ bilgiler hiç bir değeri yok.Heleki sorularıma atom zerreciği kadar cevap bile verememişsin.Bide kalkmış karalama
yapıyosunnuz diyosun.Neyini karalayacam hristiyanlığa pagan dini,pavlus dini diyen sen değilmisin.He ama bu gerçek değilmi sana göre.O zaman be insan evladı senin dininde de paganlık var.Hala el-lah denilen görünmez bir puta tapıyorsun.Hala yüzünü kıbleye dönüp dünyadaki bir mekana allahın evi diğerek secdeler kılıyorsun,gidip ortası delik bi taşa kafanı sokup öpüp anadan doğma günahsız oluyorsun.Sonrada kalkıp hristiyanlar pagan pavlusçu gibi zırvalarla bişey biliyom ayaklarına yatıyosun.Söyle süreyya efendi bu sıraladıklarım putperestlik değilmidir.Senin gibi müslümanlar çelişkilerini görmelidirler.Yani allahın oğlumu olur be diyosun eleştiriyosun iyi güzel, be insan evladı kendi ağzınızdan düşürmediğiniz beyt-el-allahın evi kabe lafını kullanırken niye allahın evi olurmu be demiyon he.
Allah insanmı oğlu olsun iyi güzelde insanmıki evi olsun,aynı şekilde islamda allahın eli gibi tabirlerde var bunlara ne diyeceksin arkadaşım.AAA ama olurmu siz söylerken onlar aslında başka bir anlam ifade ediyo dimi.
Ama biz söyleyince kelimenin gerçek anlamı oluyo.Bize tek tanrı inancını anlatmaya kalkışmayın kardeşim biz sizden binlerce sene önce yehovaya inandık.Yani tek tanrıya.Araplar putların peşinde koşuyodu ozamanlar.Bizim inanç sistemimize sonradan girmeye çalışan islamdır.Oda kabul görmediği için böyle çelişkiler içine düşmüştür.
İslam ancak silah zoruyla yayılabilmiştir.Türklerde binlerce arap lar tarafından katledilerek malları gasp edilerek müslüman edilmişlerdir.Bu gerçekleri kabul etmezsiniz çünki yalanla besleniyorsunuz.

Bence sen kuranı aç baştan sona iyice oku.hatta iki kere oku.Ama türkçe çeviri olsun.Yada hangi dili daha iyi biliyorsan odilde olsun.Yani açıp ezbere okuma.Göreceksin düşüncelerin değişecek.Dikkate edersen incil,tevrat oku demiyorum.Bu Sığ,uydurma bilgilerle dinini savunamazsın.Ama okusan zaten böyle bağnaz,yobazlık yapmazdın.Yani sen pavlusçu hristiyanlığı çürütmeye çalışacağına kendi kitabın ve dininle olan çelişkileri çözmeye çalış.Tabi okursan görürsün bu çelişkileri.Yoksa böyle forumlarda adamı aynen böyle dumur ederler.Benim için tartışma bitmiştir.yazdığın saçlalıkları zaten biliyorum.Hadi kal sağlıcakla.Vede kendini kandırma.
 
Kimden: Süreyya  31.200.58.1***
16.12.2012 17:22:42
Cevap: süryani olmak
Ah cahilim benim, ah ki ahh

Bazı insanların zerre kadar saygı hak etmediklerinin nicedir Farkındayım ama. Sana hem saygı duymuyorum ve hem acıyorum yavrucum. Eğer Süryani’ysen elbette Müslüman olman imkânsıza yakın. Olmaz yani, bin tane çıkmaza girersin. Ailen dışlar cemaatin dışlar miker atarlar hayatını. Sende zaten o yürek yok . orası ayrı konu da.. e madem öyle beni niye yoruyorsun yavrucum? Bana da yazık değil mi, uğraştırıyorsun beni? Her söylediğine bir cevabım var diye, bana niye köpürüyorsun be ey korkak. Alla alla ya

Demişsin ki, .Heleki sorularıma atom zerreciği kadar cevap bile verememişsin.Bide kalkmış karalama
yapıyosunnuz diyosun.Neyini karalayacam

Ulen sığ oğlu sığ, ister hazır bilgi veririm ister kendim hazır eder öyle veririm. Sen niye buna takılıyorsun? Sana ne? Sen söylediğime bak. Ben doğruluğuna inanıyorum ki o cevabı veriyorum kıt akıllı. Mesela hangi soruna atom zerreciği kadar cevap verememişim. Aksine her söylediğine çokta güzel cevaplar verdim. Pek tabii anlayana. İşine gelmiyor verdiğim cevaplar böyle de canımı ye. Hangi soruna cevap verememişim söyle hadi neymiş o cevapsız kalan soru söyle?


Ulen zibilyonkere zibilyon akılsız, senin şuan ki uydurmasyon dininde ne çelişkiler, ne hurafeler, ne atmasyonlar yok ki. Hangi birini saymalı, saymakla biter mi? Hıristiyanlıktan dönen, islamı seçen papazları rahipleri Hıristiyan din adamlarını okuyor musun? Bir zamanlar senin dinini öğreten o papazlar rahipler ya da adları ne ise onlara kulak veriyor musun şimdiki Hıristiyanlık hakkında neler söylüyorlar? Ben burada gerçekleri istediğim kadar söyleyeyim, ben sana göre hiçbir halt bilmeyen kuranı bile okumayan ki 4 sene kuran kurslarında kuran tefsiri dersi vermişim Arapça kelimeleri tek tek Türkçeye çevirmişim hadi ben bihaberim. Ulen bir zamanlar Hıristiyan din adamı olan adamlar ne diyor oku. O adamlar keyfine mi İslamı seçiyor. Tüm dünyada sizin hristosların katkılarıyla İslam bu kadar öcü gibi sunulurken, İslam diyince insanların aklına direkt, O ALLAHU EKBER diyip insanların kellerini diri diri kesen hayvan oğlu hayvanlar gelirken, bu adam salak mı çevresinin cemaatinin herkesin ona düşman olacağını bile bile Müslüman oluyor. Ne menfaati var bu adamın. Adam toplumdan dışlanmayı bile göze alıyor. Sen ne yapıyorsun. Burada utanmadan sıkılmadan kendini kandırmaya devam ediyorsun. Kaybettiklerin, kazandıklarını kaça katlar biliyor musun? Ulen ne bileceksin? Hiçbir bok bildiğin yok senin.


O zaman be insan evladı senin dininde de paganlık var.Hala el-lah denilen görünmez bir puta tapıyorsun.
Ellah karalamacasını yukarıda açıkladım. İşine gelmiyor biliyorum ama gelse de gelmese gerçekleri değiştiremezsin. Açıklamalara aldırmadan, yok illa puta tapacaksınız çünkü ben bir Hıristiyan olarak sizin öyle yaptığınızı düşünmek istiyorum çünkü bu benim daha çok işime geliyor diyemezsin. Dersen komik olursun şimdiki gibi.



Hala yüzünü kıbleye dönüp dünyadaki bir mekana allahın evi diğerek secdeler kılıyorsun,gidip ortası delik bi taşa kafanı sokup öpüp anadan doğma günahsız oluyorsun.Sonrada kalkıp hristiyanlar pagan pavlusçu gibi zırvalarla bişey biliyom ayaklarına yatıyosun.Söyle süreyya efendi bu sıraladıklarım putperestlik değilmidir.Senin gibi müslümanlar çelişkilerini görmelidirler.Yani allahın oğlumu olur be diyosun eleştiriyosun iyi güzel, be insan evladı kendi ağzınızdan düşürmediğiniz beyt-el-allahın evi kabe lafını kullanırken niye allahın evi olurmu be demiyon he.
Allah insanmı oğlu olsun iyi güzelde insanmıki evi olsun,aynı şekilde islamda allahın eli gibi tabirlerde var bunlara ne diyeceksin arkadaşım.AAA ama olurmu siz söylerken onlar aslında başka bir anlam ifade ediyo dimi.


Evet yavrucum aynen son cümlende söylediğin gibi. Ben yine de bu saydıklarının bizim için ne anlama geldiğini bir kere daha yazayım.


O delik taş hacerul esved taşıdır yavrucum. Abdullah b. Sercis anlatıyor: “Hz.Ömer’in haceru’l-esved’i öptüğünü gördüm; sonra şöyle dedi: “Ben seni öpüyorum, ama senin ne zararı ne de yararı olmayan bir taş olduğunu çok iyi bilirim. Ve muhakkak ki benim rabbim Allah’tır. Eğer resulullah’ın/Allah’ın elçisinin seni öptüğünü görmeseydim, seni öpmezdim”(Müslim, Hac, 25248-251; Buharî, Hac,57).

İslam inancında hiç bir zaman putçuluğa yer verilmemiştir. Allah’ın yeryüzünde ilk mabedi ve tevhidinin bir simgesi olan Kabe’nin etrafında tavaf etmek, ona doğru namaz kılmak, -haşa- bir şirk olmadığı gibi, Kâbe’nin en kutsal köşe taşı olan haceru’l-esvede saygı göstermek de şirkle yakından uzaktan bir alakası yoktur. Hz. Ömer’in bu tavrı bunun açık göstergesidir.

Deylemî’nin Hz. Enes’ten rivayet ettiğine göre, Peygamberimiz: “Haceru’l-esved Allah’ın sağıdır/sağ elidir, bu taşa el süren kimse, Allah’a isyan etmeyeceğine dair biat etmiş/söz vermiş olur”(bk. Kenzu’l-ummal, h. no: 34744)

Hadiste yer alan “Haceru’l-esved Allah’ın sağıdır/sağ elidir” ifadesi, mecaz/metafor bir ifadedir. İnsanların günahlarının affına vesile olan hacc gibi ömürlük bir ibadetin değerine dikkat çekmeye yöneliktir.

Allah’ın yeryüzünde -Allah’ın emriyle- ilk tesis edilen beytullah gibi tevhidin simgesi olan evini ziyaret edenlerin Allah’ı ziyaret etmiş gibi sevap kazanacaklarına işaret olduğu gibi, bu kâbeyi tavaf edenlerin, bundan böyle Allah’a isyan etmeyeceklerine dair yeni bir biat ve teslimiyet, taze bir inanç gücüne kavuşacaklarına vurgu yapılmış ve hacıların yeni hayatlarını daha disiplinli bir şekilde geçirmeleri için kuvvetli bir uyarı yapılmıştır. Hac’ta kabeyi tavaf etmek, Haceru’l-esvedden başladığı için, ona vurgu yapılmıştır.

Kabe nedir?


Kâbe yeryüzünde inşa edilen ilk mesciddir.


Mekke şehrinde Mescid-i Haram ın ortasında yaklaşık 13 m. yüksekliğinde, 12 m. boyunda ve 11 m. genişliğinde taştan yapılmıs dört köşe bir bina. Haccın sebebi ve bütün müslümanların kıblegâhı olan Kâbe, yeryüzünde yapılmış olan ilk mukaddes mabettir. Buna Beytullah ve Beyt-i Atik de denir Kur an-ı Kerim de; "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev, Mekke de bulunan mübarek ve alemler için hidayet kaynağı olan Kabe dir" (Alû İmran, 3/96) buyurulur.

Hz. Peygamber, Ashab-a Kiramdan Ebu Zer (r.a) in sorularına cevap olarak yeryüzünde ilk inşa edilen mescidirı "Mescid-i Haram", ikinci inşa edilenin"Mescid-i Aksa" olduğunu ve bu ikisi arasında kırk yıl süre bulunduğunu beyan buyurmuştur (Buhârî, Enbiyâ. 10).

Yukarıdaki ayet ve hadis-i şerif, yeryüzünde yapılan ilk mescidin Kâbe olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Kur an-ı Kerim de Kâbe yi inşa edenin Hz. İbrahim ile oğlu İsmail olduğu bildirilir.

Bu iki peygamberin Hicaz bölgesine intikali şöyle olmuştur. Hz. İbrahim Filistin yöresinde peygamberlik görevini yürütürken, ilk eşi Sâre ile sonradan evlendiği Hacer arasındaki duygusal rekabet ve kıskançlık sonucunda Hz. Hacer i başka bir yöreye yerleştirmesi gerekti. Hz. İbrahim, Hacer i ve süt emmekte olan küçük çocukları İsmail (a.s) i alarak şimdiki Zemzem kuyusunun bulunduğu yere getirdi. Henüz Mekke şehri ve o yörede insan yoktu. Bir kırba su ve bir miktar yiyecekle onları orada bırakıp, Filistin e dönmek isteyince; Hz. Hacer, bu hicretin Allah ın emri ile olup olmadığını sordu. Hz. İbrahim; vahiyle bıraktığını söyleyince Hacer; "Allah kulunu zayi etmez, gidebilirsin" diyerek tevekkül ve teslimiyet gösterdi. Bir kadın ve kucağında süt emen, bebek yaştaki çocuk, çölün ortasında, insanın bulunmadığı bir yorede yalnız kalıyordu.

İbrahim (a.s) oradan ayrılırken şöyle dua etmişti: "Ey Rabbimiz! Soyumdan bazılarını, muharrem ve mukaddes evinin yanındaki çorak vadiye, namaz kılmaları için yerlestirdim. Rabbimiz! insanların kalblerini onlara meylettu. Onları meyvelerle rızıklandır ki, Sükretsinler" (İbrahim, 14/37).

Hz. Hacer, Safa ile Merve tepesi arasında su aramak için gidip gelirken, Cenâb-ı Hakk ın bir ikramı olarak, oğlu İsmail in bulunduğu yerden su kaynamağa başlamıştı. Bunu gören Hz. Hacer, suyun akıp gitmesini önlemek için set yapıyor ve suya "zem zem (dur, dur)" diye sesleniyordu. Kısa süre sonra kuşların hareketinden suyun varlığını anlayan seyahat hâlindeki Cürhümî kabilesi, yolunu değiştirerek oraya gelmiş, Hz. Hacer onlara su almaları için izin verirken, onlar da Hacer in ve çocuğun gıda ihtiyacını üstlenmişlerdi İşte buraya yerleşen Cürhümîler Mekke şehrinin ilk kurucuları ve ilk halkını teşkil etmişlerdir (bk. ez-Zebîdî, Tecrid-i Sarih, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, VI, 13 vd.)

Hz. İbrahim zaman zaman Hicaz a gelmiş, oğlu İsmail büyüyünce, birlikte Kâbe-i Muazzama yı inşa etmişlerdir. Kur an-ı Kerîm de olay şöyle anlatılır:

"Bir zaman Biz, İbrahim e Kâbe nin yerini gösterip şöyle vahyettik: Bana hiç bu şeyi ortak koşma. Evim olan Kâbe yi tavaf edenler, civarında oturanlar, rükû edenler ve secdeye varanlar için temizle" (el-Hac, 22/26).

Kâbe inşa edilirken Hz. İsmail çevreden taş taşır, Hz. İbrahim de Kâbe nin duvarlarını örerdi. Duvarlar yükselip yerden erişilmez olunca Hz. İsmail halen "Makam-ı İbrahim" adı ile ziyaret edilen taşı getirdi. Hz. İbrahim bu taşı iskele olarak kullandı. Ebû Kubeys dağından getirilen ve "Hacer-i Esved (siyah taş)" adı verilen taş da, tavafa başlama yerine işaret olmak üzere, halen bulunduğu köşeye yerleştirildi. Mabed in duvarları yükselince, Hz. İbrahim ve İsmail şöyle dua ettiler:

"Ey Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur. Şüphesiz ki, Sen çok iyi işiten ve çok iyi bilensin. Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olan kıl. Soyumuzdan da Sana teslim olan bir ümmet meydana getir. Bize ibadetimizin yollarını göster. Tövbemizi kabul et. Şüphesiz Sen, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edensin. Ey Rabbimiz! Soyumuzdan vücuda getireceğin İslâm ümmetine kendi içlerinden bir Peygamber gönder ki, onlara Sen in ayetlerini okusun, kitabını, hikmetini öğretsin, onları günahlardan temizlesin. Şüphesiz Sen, her şeye galipsin, hüküm ve hikmet sahibisin" (el-Bakara, 2/127-129).

Hz. İbrahim in duası kabul olmuş, Cenâb-ı Hak O nun soyundan Hz. Muhammed i son peygamber olarak göndermiştir. Hz. Peygamber in bu duayı kastederek; "Ben, babam İbrahim in duasına ve kardeşim İsa nın müjdesine, annemin de rüyasına mazhar olmuşumdur" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127, 128, V, 262) buyurduğu nakledilir.

Diğer yandan İbn Ucre (r.a) nin rivayet ettiği bir hadiste; İslâm ümmetinin bütün namazlarda, "tehiyyât" ve "Allahümme salli-bârik" dualarını okuyarak, Hz. İbrahim e ve nesline hayır-duada bulunmalarının, Hz. İbrahim in bu eski duasına karşı bir teşekkür niteliğinde olduğu belirtilmiştir (ez-Zebîdî, a.g.e., VI, 18, 19).

Kâbe yi ilk inşa edenin Hz. Âdem (a.s) olduğu, Hz. İbrahim in ise oğlu İsmail ile birlikte Nuh tufanından sonra aynı temeller üzerinde onu ikinci defa inşa ettikleri de nakledilmiştir (ez-Zebidi, a.g.e, VI, 13).

Kâbenin inşası bittikten sonra, Allah tarafından Hz. İbrahim e bütün insanları haccetmek üzere davet etmesi emredilmiştir. "İnsanları hacca davet et ki gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar" (el-Hacc, 22/27).

Hz. İbrahim Ebû Kubeys dağına çıkıp dört bir yana seslenerek Allah ın Kâbe yi hacc ve ziyaret etmeyi insanlara farz kıldığını bildirdi (ez-Zebidi, a.g.e, VI, 20, 21).

Hz. İbrahim bu ilânı yaptıktan sonra Cebrail aleyhisselâm gelerek, kendisine "Safâ" ile "Merve"yi ve Harem-i Şerif in sınırlarını göstermiş, ayırıcı alâmet olmak üzere de birer taş dikmesini önermişti. Daha sonra hac menâsikini (gerekli bilgilerini) öğreterek, ihramlı bir şekilde Mina ya ve yollarda "tehlîl" ve "telbiye" getirilerek Arafat a varıldı. Vakfe den sonra Müzdelife ye, oradan da Mina ya getirdi, kurban kestirdi ve şeytan taşlama (remyu cimâr) yaptırdı. Kısaca haccın bütün menâsikini öğretti. Haccın bu usul ve erkânı, Hicaz halkına Peygamber olarak gönderilen İsmail (a.s) tarafından da ümmetine öğretildi. Daha sonra İshak peygamber Mekke ye gelerek, büyük kardeşi Hz. İsmail ile birlikte hac yaptı.

Bundan sonra yakın ve uzak beldelerden ziyaretçiler Hicaz a gelerek Beytullah ı ziyarete başladılar. İslâm dan önceki dönemlerde Yemenlilerin ve bazı İran (Fürs) hükümdarlarının Kâ be-i Muazzama yı ziyaret ettikleri, hatta Hz. Peygamber in dedesi Abdulmuttalib Zemzem kuyusunu temizletirken çıkarılan iki tane altın geyik heykelinin İran (Fürs) kurbanlarından olduğu nakledilmiştir (ez-Zebîdî, a.g.e, VI, 21).

Kâbe, o tarihten günümüze kadar bir çok defa tamir görmüştür. Nitekim Hz. Peygamberin büyük dedesi Kusay zamanında tamir edilen Kâbe, Hz. Peygamberin gençliğinde de Kureyş tarafından tamir edilmiş bu arada Hacer-i Esved i yerine koyma hususunda aralarında ihtilaf çıkmış ve bu şeref Hz. Peygamber e nasip olmuştur.

Daha sonra Abdullah b. Zübeyr zamanında, Emevî hükümdarlarından Abdülmelik zamanında tamir edilen Kâbe Osmanlı sultanları I. Ahmed ve IV. Murat zamanlarında da tamir edilmiştir. Osmanlı sultanlarından sonra Suud hükümeti de Kâbe nin bakım ve tamiriyle ilgilenmektedir.

İlk zamanlar Kâbe ile ilgili görevler İsmail (a.s) tarafından yürütülmüştür. Ardından onun oğluna geçmiş, sonra Cürhümîlere ve daha sonraları çeşitli kabilelere geçerek sık sık el değiştirdikten sonra bu vazifeleri nihayet Kureyş kabilesi üstlenmiştir. Hatta önceleri Kâbe civarında ev yapmak saygısızlık sayılırdı. Kâbe bakımı Kureyş e geçtikten sonra bu anlayış yıkılmış ve Kusay tarafından Kâbe civarı ilk defa kabilelere göre parsellenerek evler yaptırılmıştır.

Böylece Hz. Peygamber in dedelerinden Kusay zamanında Mekke ilk defa şehir olarak medenî bir hüviyete bürünmüş oldu. Şüphesiz Kâbe nin çevresinde insanların bulunması daha eskilere dayanır. Ancak tavaf alanı dışında kalan kısımların parsellenerek mahallelerin oluşturulması Kusay zamanında gerçekleşmiştir.

İslâmiyetten önce Mekke şehir devletinin görev üniteleri Kâbe ile ilgili vazifeleri şöyle sıralayabiliriz:

1. Sidânet: Kâbe nin perdedarlığı, anahtar koruyuculuğu ile hâciblik görevi idi. Bu görevi yürütmek en büyük şeref sayılırdı (bk. Hicâbe).

2. Şikâyet: Mekke ye gelen hacılara tatlı su sağlama ve Zemzem kuyusu ile ilgilenme görevi idi.

3. Ridâne: Mekke ye gelen hacıların fakirlerine yemek ikrâm etmek, onları barındırıp ağırlamak görevi idi.

Bir de Mekke emirliğine bağlı bazı görevler vardı ki bunlar da Kâbe ile ilgili görevlerle iç içe ele alınmaktadır. Bunları da şöyle sıralayabiliriz:

1. Ukâb (Kıyâde): Savaşlarda bu adla anılan sancağı taşıma görevi olup ya görevlendirilen veya bunu korumakla yükümlü olan kişi taşırdı.

2. Nedve: Bir nevi toplantı yeri idi; savaş, barış, düğün vb. önemli her mesele burada görüşülür, karara bağlanırdı. Buraya herkes değil, aile gruplarının kırk yaşından büyük olan başkanları katılırdı. Bu toplantı yeri ilk defa Kureyşli Kusay tarafından yaptırılmıştır. Tavaf alanının yakınında onun evinin bir kısmı olup, Dârü n-Nedve olarak anılıyordu. Dârü n-Nedve Mekkelilerin parlamentosu idi.

3. Sefâret: Elçilik görevi.

4. Taşınacak eşyalara müsaade verme görevi.

5. Savaş araçlarını koruma görevi.

6. Putların önünde fal oklarını çekme görevi.

7. Zemzem kuyusunun temizlenmesi ve tekrar hizmete sunuluşu.

Kâbe nin doğudaki köşesine "Rükn-i Hacer-i Esved" veya "Rükn-i Şarkî", batı köşesine "Rükn-i Şâmî", güney köşesine "Rükn-i Yemânî", kuzey köşesine de "Rükn-i Irakî" denir.

Kâbe nin kuzeybatı duvarı (Rükn-i Irakî ile Rükn-i Şâmî arası)nın karşısındaki zeminden 1 m. kadar yüksek ve 1,5 m. kalınlığındaki yarım daire şeklindeki duvara "Hatîm" denir. Bu duvar ile Beytullah arasındaki boşluğa "Hicr-i Kâbe, Hicr-i İsmail veya Hatîra" adı verilir.

Hz. İbrahim in yaptığı Kâbe binasına bu kısım da dahildi.

Hz. Muhammed (s.a.s.) in peygamber olarak gönderilmesinden beş yıl kadar önce Kureyş kabilesi tarafından Kâbe tamir edilirken malzeme yetmediği için bu kısım dışarıda bırakılmıştır. Kâbe ye dahil olduğu için tavafın bu duvarın dışından yapılması vacip görülmüştür. Hz. Hacer le, oğlu Hz. İsmail in "Hicr" mevkiine defnedildiği rivayet edilir (bk. ez-Zebîdî, a.g.e, VI, 17-20).

Kâbe nin üzerine yağan yağmur sularının aktığı oluk (Mi zab-ı Kâbe) "Altın Oluk" diye bilinir.

Kâbe nin kapısı, binanın kuzeydoğusunda Rükn-i Hacer i Esved ile Rükn-i Irakî arasında zeminden iki metre kadar yüksekliktedir. Duvarın kapı ile Hacer-i Esved arasında kalan kısmına "Mültezem" denir. Kâbe nin etrafını çevreleyen ve içerisinde namaz kılınan kısma Mescid-i Haram denir. Yeryüzünde bulunan en faziletli mescid Mescid-i Haram dır.

Şâmil İA

Evet artık öğrendik şimdi kâbe put olduğu iddiasına gelelim



Kâbe nin içerisinde İslam dininden evvel 360 adet put vardı. Fakat İslam dan sonra kabenin içerisine bir şey konmadı.

Şu anda Kabe nin içinde tavana çıkmak için bir merdiven ve üç ağaç sütun bulunur. İç duvarlar ve yerler mermer kaplıdır. Tavanda altın ve gümüş kandiller asılıdır. Kapıya yakın bir yerde Hacer-ül Esved taşı yerleştirilmiş ve etrafı gümüş bir çemberle çevrilmiştir.

Kâbe sadece oradaki taş binadan ibaret değildir. Kâbe, yer altından gökyüzene kadar uzanan nurani bir direk gibidir. Kâbe ye veya Kâbe nin taşlarına tapınma söz konusu değildir. Puta tapanların niyeti tapınmaktır. Kâbe ye yönelenlerin niyeti taşa tapınmak değil tapındıkları Allah ın emrine uymak ve emredilen yöne yönelmektir


Allahın evi konusuna gelince Allah evi, Kâbe. Beyt, Arapça da ev demektir. Tertip olarak Beytullah, Allah ın evi demek olup Kâbe hakkında kullanılan bir tabirdir. Kur an-ı Kerîm de daha çok belirti harfiyle "el-beyt" şeklinde kullanılır ve bununla Beytullah, Kâbe kasdedilir. Ayrıca iki ayette el-Beytü l-Haram yani mukaddes ev (Mâide 5/2, 97), iki ayette de eski ev anlamında el-Beytü l-Atîk, (Hac, 22/29, 33) şeklinde kullanılır. Kâbe ismi ise Kur an-ı Kerîm de sadece iki yerde (Mâide, 5/95, 97) zikredilir.

Aslında yer ve gök ile bunların arasında bulunan her şeyin, kısaca kâinatın gerçek sahibi Allah tır. Bunlar içerisinde Kâbe ye Beytullah (Allah ın evi) denilmesi, onun sırf Allah a ibadet için yapılmasından, orada sadece Allah a ibadet edilmesinden dolayıdır. Böylece Allah onu kendine nisbet etmek suretiyle şerefini yüceltmiştir.

Kur an-ı Kerîm den öğrendiğimize göre, yer yüzünde ilk yapılan mabed Beytullah tır:
"İnsanlar için yeryüzüne ilk konulan ibadet evi Mekke de olan Kâbe dir." (Âli İmrân, 3/96).
Beytullah ı Hz. İbrahim (a.s.) ile oğlu İsmail (a.s.) inşa edip, o esnada Allah a şöyle dua etmişlerdir:
"Ey Rabbimiz, bunu bizden kabul buyur. Şüphesiz ki daima işiten, hakkıyle bilen ancak sensin. Ey Rabbimiz! İkimizi Müslüman olarak sana boyun eğmekte sabit kıl, soyumuzdan da yalnız sana boyun eğen bir ümmet meydana getir. Bize hac ibadetimizi göster, tövbelerimizi de kabul buyur. Şüphesiz ki tövbeyi en çok kabul eden, en çok merhametli olan sensin sen." (Bakara, 2/127-129).
Allah, Beytullah ı yüce gayelerin gerçekleştirilmesi için toplantı ve güven yeri kılmıştır:
"Biz Beytullah ı insanlara toplantı ve güven yeri yaptık." (Bakara, 2/125).
Allah, Beytullah ın, tavaf edenler, ibadet yapanlar, rukû ve secde edenler için temiz tutulmasını emretmiştir. (bk.Bakara, 2/125).


Türkerlin zorla islama geçmelerine de değinelim


Ama ondna önce Allah için savaşmak nedir cihad, Allah yolundaki her türlü faaliyet ve hareketin adıdır. Hakkı üstün ve hakim kılmak için gayret sarf etmektir. Başka bir ifadeyle cihad, İslam ın aksiyon yönüdür, onun hamle gücüdür.

"Cihad" kelimesi, Batı dillerinde genelde "kutsal savaş" (holy war) şeklinde tercüme edilmiştir.(1) Bu şekilde bir tercüme, İslamiyeti silah zoruyla yayılan bir din olarak gösterme gayretinden kaynaklanmaktadır.

Halbuki, "cihad" kelimesinin karşılığı "savaş" değildir. Allah yolunda savaşmak da bir tür cihad olmakla beraber; cihad kelimesi, Allah ın dinini her tarafa ulaştırmak için yapılan her türlü faaliyet ve hareketi içine alır.

Müslümanlar, bu yüce gaye için cihad ederken, gayr-i müslimler ve özellikle sömürgeci ülkeler, "Kutsal olmayan savaşlar" yapmış, Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika yı kana bulamıştır. (2) Tarih, bunun örnekleriyle doludur. "Coğrafî keşif" adı altında Asya, Afrika ve Amerika daki hammadde kaynaklarının keşfedilmesi ve bu verimli ülkelere seferler düzenleyip o ülke insanlarını köleleştirmeleri, bazılarının savaş felsefesini ortaya koymaktadır.

Bunlar, kendi ayıbını örtbas etmek için yoğun bir propaganda faaliyeti içindedir. Onların bu propagandalarının etkisiyle olsa gerek ki, "cihad" denildiğinde bazılarının ilk hatırına gelen, İslam ı reddeden her kafiri boğazlamaya hazır, elinde kılıç bir "barbar Türk" veya elinde kaleşnikofu olan bir "Arap teröristi !"dir.(3)

"Cihad" konusunu bahane edip İslam a hücum eden Batılı yazarlar, "hem suçlu hem güçlü" deyiminde ifadesini bulan bir haldedirler. Şu olay, onların durumunu net bir şekilde ortaya koyar:

Afrika yı istila eden İngiliz askerlerinden biri, arkadaşına der: "Bunlar vahşi insanlar! Birisini öldürdüğümde beni ısırdı! "(4)

Kaynaklar:
1-Ebu l Ala Mevdudî, Jihad in Islam, Islamic Publications LTD, Lahor, s.1; Rudolph Peters, İslam ve Sömürgecilik, Ter. Süleyman Gündüz, Nehir Yay. İst.1989, s.29; M.J. Kister, "Land Property and Jihad" , Journal of the Economic and Social History of the Orient, Leiden, 1991, XXXIV, 276; W. Montgomery Watt, Islamic Political Thought, Edinburgh, s. 14; Ahmet Özel, İslam Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ülke Kavramı, Marifet Yay. İst. s. 64
2- Mevdudî, Jihad in Allah s Cause, The Journal, XIV/4 December, Mekke, 1986, s.14
3- Peters, s.30
4- Muhammed Gazali, Fıkhu s-Sîre, Daru l-Kalem, Dımeşk, 1989, s.214



Türkler kılıç zoruyla mı Müslüman oldu sorusuna cevap

Bazı yayın organlarında atalarımızın İslâm dinini isteyerek değil de zorla benimsediklerine dair yayın ve propagandalar yapıldığını görüyoruz. Bu anlayışı bütün olarak kabul etmek mümkün değildir. Her şeyden önce insanlar zorlanarak inanmazlar, ancak zor karşısında inanmış görünebilirler. Ayrıca Türk atalarımız Hz. Peygamberin yaşadığı dönemlerde ve daha önceleri Tek Tanrı’ya, âhiret’e, cennet-cehennem’e, iyilik ve kötülüğe, âhirette sorgu-suale inanıyorlardı. Tengri dedikleri öncesiz, sonrasız, güçlü, yaratıcı bir ilâhın varlığına inanmakla kalmayıp, iyi insanların gideceği yer olan cennete uçmak, cehenneme tamu, kıyamet gününe uluğ gün diyorlar, ahlâkî değerleri sahipleniyorlar, öldükten sonra yeniden dirileceklerini ifade ediyorlardı (Bu konular için bk. M. Ergin, Orhun Abideleri, İst. 1970; A. V. Ecer, “Türklerin Eski Dini”, Töre Dergisi, Aralık 1982, S. 139, s. 33-35; “Eski Türklerde Vahdaniyet”, Töre Dergisi, Ocak 1983, S. 140, s. 62-63; Bahaeddin Ögel’in bütün eserleri…).
Bu ve benzeri özellikleri dolayısıyla Türklerin eski dinleri ile İslâm dininin inanç ilkeleri arasındaki paralellikler bir çatışmayı gerektirmiyordu. Eski Türklerin inanışları ilâhî din izlerini taşıyordu. Bakara Suresinin 61. âyetinde Allah’a, âhirete inanmanın ve iyi işler yapmanın (=amel-i salih’in) faydalı olacağı hususundaki ilkeler ile atalarımızın inançları arasında çatışma yoktu. Bu paralellik, atalarımıza da bir peygamberin geldiğine de işarettir (Kur’an-ı Kerîm’deki şu âyetlere bakınız: Yunus/44, 47; Fatır/24; Rum/47; Nahl/36; Enbiya/7; Mü’min/78).
Bu konuyu 1983 yılında Töre dergisinde (Şubat 1983, S. 41, s. 62-64) yazdığım “Türklerin Eski İnançlarında İlahî Din İzleri” başlıklı makalemde yazdığım için, konunun ayrıntılarına girmek istemiyorum. İnanç ilkelerinin dışında kurban kesmek, dua etmek, vatan ve namus için savaşmanın kutsallığı… gibi geleneklerin varlığı, ayrıca ahlakî değerlerle İslâm dinindeki benzerlikler bir direnmeye değil, kabullenmeye zorlayan özellikler olarak değerlendirilmelidir. Daha açık ifadeyle atalarımız eski inançları ile İslâm dininin inanç ve ahlâk ilkelerinin örtüşmeleri sebebiyle İslâm dinini benimsemekte zorlanmamışlardır. Âdeta din değiştirmemiş, dininin adını değiştirmiştir (bk. A. V. Ecer, “Türklerin Müslüman Olmalarında Eski Dinî İnanışlarının Rolü”, Millî Kültür Dergisi, Nisan 1991, S. 83, s. 42-44). Böylece kendi tanrı telâkkilerine ters düşmeyen Kur’an’ın bildirdiği Allah inancını kolaylıkla benimsemiştir.
Türklerin Müslüman Araplarla karşılaşmaları pek de dostane şartlar altında olmamıştır. İki değerli bilim adamımızın birlikte yazdıkları ve birkaç baskı yapan kitaplarında ifade edildiği üzere Türklerin: “… Müslüman olmalarını görebilmek için XIII. ve XIV. yüzyılları beklemek gerekmiştir.” (bk. Ü. Günay– H. Güngör, Türklerin Dinî Tarihi, İst. 2007, s. 239). Ancak ilk temaslar için bazı tarihçilerce 751 yılında Talas savaşı gösterilir.
Türklerin İslâm dinine girmemek için direndiği iddiasındaki yanlışlık, İslâm dini ile Emevi Araplarının yönetim ve hâkimiyet anlayışlarının aynılaştırılmasından doğmaktadır. Araplar, Müslüman olduktan sonra da aşırı ırkçılıklarını ve cahiliye dönemi geleneklerini İslâm dinine aykırı olmasına rağmen sürdürmüşlerdir.
Cahiliye çağı Arapları arasında bir nevi kast sistemine benzeyen toplumsal bir sınıflama vardı. Toplumu üç sınıfa ayırıyorlardı: 1) Hürler: Arap asıllı hür kişilerdi. 2) Esirler: Pazarlardan satın alınan ya da savaşlarda tutsak edilen kadın ve erkeklerdi. Kadın olanlara cariye, erkek olanlara köle denilirdi. Bunların hiçbir hakları yoktu. Satılır, alınır, isterse sahibi öldürür; çalıştırılır, mal ve eşya olarak düşünülür, miras yoluyla başkalarına kalırdı. Köle ve cariye sahibi acımasızca davranabilir, zevk için dövebilir, elini, kulağını, burnunu kesebilir, cariyelerin ırzına geçebilirdi. 3) Mevalî: Köle ve cariyelerin azad edilmesinden oluşan ara sınıftı. Hiçbir zaman hürler hukukuna sahip olamazlardı (bk. N. Çağatay, Sorularla İslâm Dini ve İslâm Tarihi, Ankara 1997, s. 94-96). Ayrıca aşırı ırkçı idiler ve Arap olmayanları küçümserdiler. Gerçekten de Doç. Dr. M. Akoğlu’nun “… Bilinmektedir ki, cahiliye dönemi dediğimiz eski Arap toplumu kültüründe kabile esası ve kabilecilik hâkimdi. Sahabe olarak nitelendirdiğimiz insanların zihinlerinde de küllenmiş bir şekilde de olsa, o kültürün devam ettiği ve ölmediği görülmektedir” cümleleriyle ifade ettiği üzere Araplar Türkleri hiçbir zaman hür Müslüman saymadılar (bk. M. Akoğlu, Cahiliye Dönemi Arap Kültürünün Mezheplerin Doğuşuna Etkisi, E.Ü., Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 1995, s. 82).
Arapların Türk illerine yaptıkları işgal hareketleri sırasında yaptıkları zulümler ve haksızlıklar saymakla bitmez. Bu konuda bizzat Arap tarihçilerin yazdıkları (Taberî’nin Tarih ül-Umem’i, İbn ül-Esîr’in el-Kâmil’inde ve diğer Emevîler dönemi tarihlerinde) eserlerde sabittir. Zalim ünvanıyla tanınan Haccac b. Yusuf es-Sakafî’nin vali ve komutan olarak atadığı Kuteybe bin Müslim (669-715) ve Nasr bin Seyyar (öl. 748) ile ilgili yüksek lisans düzeyindeki tez çalışmalarında (bk. M. Aslan, Kuteybe bin Müslim, E.Ü. Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 1990; Mehmet Yıldırım, Nasr Bin Seyyar, ERÜ, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 1990) bazı örnekleri bulabiliriz.
Kuteybe 706 yılında Baykent’i işgal edince emân dilemeleri ve kelime-i şahadet getirmelerine rağmen, Baykent halkının savaşabilecek bütün erkeklerini öldürttü; genç erkekleri köle, kadınları cariye yaptı, ırzlarına geçildi. Talkan yolu üzerinde 24 kilometre boyunca yolun iki tarafındaki ağaçlara Türkleri astırdı ve günlerce teşhir ettirdi. 709 tarihinde Buhara’yı işgal edince büyük bir kıyım oldu, sağ kalanlar köle ve cariye olarak paylaşıldı. Türk Hükümdarı Nizek Tarhan’ı, teslim olmasına rağmen 700 kişilik ailesini ve 12.000 kişilik ordusunu (710 tarihinde) astırdı. Semerkant (711), Şaş, Fergana işgallerinde aynı insafsız cinayetler işlendi. Bu hareketler ancak İtil (Volga) Bulgar Hanlığı, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular… gibi bağımsız Müslüman Türk devletleri kurulduktan sonra son buldu.
Emeviler işgal ettikleri bölgelerdeki hiçbir Müslümanı kendi düzeylerinde kabul etmiyorlar ve onlara mevalî yani azad edilmiş ama, hiçbir şekilde hür Arap düzeyinde olmayan köle sayıyorlardı. Türklerin gönülden değil (=Müslüman olmayan halktan alınan) cizyeden kaçmak için Müslüman olduklarını, sünnet olup olmadıklarına ve namazlarına dikkatli devam edip etmediklerine bakarak kelime-i şahadet getirenleri gayr-i Müslim saymak istemişlerdir. Bir yabancı yazar Arapların mevalî uygulamasını şöyle anlatır:
“Araplarca… mevali’ye aşağı bir ırk, bir çeşit köle olarak bakmak adet oldu… Meval’iye ekseriya abd (köle) ismi verilmiştir. Nitekim onların köleler gibi, isimleriyle çağrıldıklarını ve şayet onlarla evlenilmek istenirse, kuracakları aileye itiraz etme hakkına sahip efendilerine müracaat gerektiğini biliyoruz. Mevalî, orduda hususi bir bölük teşkil ediyordu ve kendilerine mahsus reisleri vardı… yaya harp edebiliyorlardı. Kendilerine mahsus camileri vardı ve Araplarınkilere kabul edilmezlerdi.” (Gerlof Van Vloten, Emevi Devrinde Arap Hâkimiyeti, Çev: M. S. Hatiboğlu, Ank. 1986, s. 25-26.
İşgalci Araplar Türkleri Müslüman olmalarına rağmen tahkir derecesinde bir uygulamayla dışlıyorlar, hattâ uydurdukları bir hadise göre mevalînin dokunmasıyla namazlarının bozulacağını iddia etmişlerdir (Vloten, s. 26). Müslüman olmalarına rağmen Müslüman değilmiş gibi vergi almışlardır. “İslâm’a girme kapısı sünnet olmaktır” diyerek yaşlı kimseleri sünnet olmaya zorlamışlardır (bk. Julius Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, Çev: F. Işıltan, Ankara 1963, s. 217). Savaşlara katılan Müslüman Türk askerlerine (=mevalîye) ganimetten ve -fethedilen ülkelerden gelen- fey’den çok az hisse veriyorlar ya da vermiyorlardı. Türklerin Emevî Arap ordularına direnmeleri, onlarla savaşmaları, onların bu onur kırıcı tavırlarıydı. Yoksa evrensel, Tek Tanrıya inanmayı, insan hürriyeti ve şahsiyetine değer veren, ahlâk ilkeleri getiren bir dine karşı gelmeyi düşünmediler, aksine bu dini kabile dininden çıkarıp dünya dini haline getirmiştiler. Bu, yaşatan gün de hâlâ bu dini aslına uygun şekilde yaşayan ve herkesten çok sahiplenen millet yüce Tanrı’ya şükürler olsun ki Türk milletidir.
Türklüğümüz ve dinimizle gurur duyuyoruz

Görüyorsun, ben senin gibi işkembeden sallamıyorum.

Yine de hep söylediğim gibi, ister inanırsın, ister inanmazsın. İnansan, kendini kurtarırsın. Bana bir fayda sağlamış olmazsın. İnanmazsan kendini helak edersin. Bana yine bir fayda sağlamış olmazsın. Öyle de böyle de bana bir zararın ya da yararın dokunamaz .
 
Kimden: baterisst  94.55.210.1***
16.12.2012 21:00:49
Cevap: süryani olmak
Yalanı yalanla doğrulamaya çalışmak ne iğreç bir metod.Ayrıca yazdıklarınız gereksiz detaylı ve benim sorularımla alakası yok.
Yani kabeyi anlatırken kabeyi ibrahimin inşaa ettiği gibi bir bilgi sadece islamda mevcuttur.Siz bunun dışında bir kanıt gösteremezsiniz.Yalanla yalanı aklayamazsınız.Kabenin tarihsel kayıtları ibrahimin hiçbir zaman ibrahimin inşaa ettiğine dair değildir.Bu bir yalan.Böyle bir şey olsa tevratta olurdu.He tevrat değişmiş dimi.Bu adamların zoru nede var olan bir şeyi değiştirsinler.buda bizim derlerdi çıkarlardı işin içerisinden.Güç mü yok adamlarda bak israili nasıl yeniden inşa ettiler.Kabede bizim derler alırlardı emin ol.Son bir peygamberin geleceği yalanı gibi.İncilde yazıyomuşta adamlar değiştirmiş.Zorları ne bunların,ibrahimden bu yana 10 larca peygamberin geleceği tevratta haber verilmişti bu peygamberlerin yeri yurdu belli ve değiştirilip gelişleri iptal edilmemiştir.Böyle bir suçlamayı,olmayan bir dini diğer iki dinle bağlantılı (esin kaynağı) olduğu için kabul ettirme karaçalısından başka birşey değilidr bunu her mantıklı insan düşünebilir.
Ayrıca kuran çevirilerinde peygamberlerin sonuncusu yazıyor.Aslı nebilerin sonuncusudur.Ama tahrif olmuş işte milleti inandırmak için herşey mübah nede olsa kendileride inanmıyorlar.Nebilerde kitap ve din yoktur.Bir nevi müjdecidirler.Yahya gibi.İslam böyle der.Bide çıkıp derler her peygamber nebidir ama her nebi peygamber değildirdiğe.
Saçmalığa bakarmısınız.Resul olmadan önce nebi olmak gerekirmiş efendimde böyle bir yalanı millete yutturmaya çalışırlar bide.Buda derin bir çelişki ama sizler onuda çakma dayanaksız uydurma bilgilerinizle aklamaya çalışıyorsunuz.Bu kadar yormayın kendinizi.Kitabınızdakini okuyun yeter bırakın yalan hadisleri dimi ama.Bide kuranı kelime kelime bilmem ne yaptım demişsin.O halde ey ham yobaz kaba softa seni "ibrahimin,ishakın,ismailin allahına inanırız" ne demek he kaba softa.Yani bu şu demek ben sana anlatıyım.
ibrahimin,ishakın,ismailin allahı varsa ,kenanlıların,hititlerin zartların zurtlarında allah ları var demektir.Kaba softa seni bu ne öyleyse çok tanrıcılık yapıyo kitabın he.Ama yok şimdi öyle ama aslında şu gibi dayanaksız mesnetsiz uydurma laflarla geçiştirme yöntemini kullanırsın yukrılarda kullandığın gibi.Hristiyanlıkta binlerce uyduruk şey olduğunu söylemişsin be ey kaba softa.MAdem öyle ben incili elime alarak okuyarak bu uydurukluğu idrak eder ve aslının bu olmadığını incilin öğretisinin bu olmadığını idrak edebilirim benim kitabım buna elverişli ,isa mesih yok ben bir din getirdimde aha kitabıda bu gibi birşey demedi.Yani ben doğru yolu bulurum incille.Oradada bir din getirdi isa yazmıyo.Ama sen bu islamdaki putperestlik etkisini kitabınla ayıklayamazsın çünkü putperest kültürü örf ve adetlerini tümüyle başka bir adla destekliyor.Seni şeytan taşlayıcı seni.Görürsen bitanede benim için at.Yani putperest kültür islamda modern halini almıştır.İşte sen bugün gönderildiğini iddaa ettiğin
dinin ve kitabıyla bu kültürü örf ve adetleri benimsemişsin.
Yani burada ahkam kesiyonya yok hristiyanlar şöyle böyle diğe,senin onlardan farkın yok yavrucüküm.Onların en azından incili açıp okuyup mesihin bu günkü hristiyanlıkla çelişkilerini göre bilirler ve incile göre doğrusunu yaşaya bilirler.Ama senin kitabın bu putperest örf adetlerini sana ısıtıp başka bir adla sunuyor.Mademki kuranı okadar okudun al eline matta markos yuhanna ve luka incillerini oku,bırak pavlusu mavlusu bak mesih nedemiş.Sende aklan paklan.Şeytan taşlayarak ortası deliktaşlara kafanı sokup öperek olmaz bu işler.Hem bak incilde sadece allahın oğlu sıfatı var öğle yok eviymiş , yok eliymiş, yok yüzüymüş yok isimleriymiş,sıfatlarıymış yok böyle şeyler.habide yeme biziya yok allahın yeryüzünde bir ibadet eviymişte.Ben sana söyliyim nerden geldiğini ibadet evi anlayışı.sami halklarından gelir bu kültür taa putperetliği kaldıran sargondan gelir.Mezopotamyada zikkuratlar yapılır en üstlerine kabe kadar bir oda yapılırdı.Buraya tanrının el-lahın indiğine inanaılır tapınağa girip en tepedeki bu odanın etrafında dönülür tavaf edilir.Ve niceleri.

Boş lafa gerek yok.Ne kadar anlatsamda boş çünki mesihin dediği gibi ,"bakar ama görmezler,işitir ama duymazlar"...


İşte bu yüzden mesihilik doğru hakikat tek yoldur.Çünkü 4 incil insana tam bir aydınlık getirir.Pavlusunmektupları diğer elçilerin işleri geçiniz bunları pavlus dışında hiç bir öğrenci (pavlus öğrenci değildi zaten)pavlusun hareketlerini desteklemez tam tersine onunla kavga bile ederler.Eğer mevcut incil ve sonundaki havarilein ve pavlusun yazdığı yazılar değişseydi ilk önce pavlusla olan kavgalar ayıklanırdı.Bundan emin olun.Doğru yolu bulun sonra adamı hinnom vadisinde.....anladın sen onu yukarıda yazdığın küfürü yaparlar sana sonra.Ham yobaz KABA SOFTA SENİ.
 
Kimden: Süreyya  31.200.58.1***
17.12.2012 00:01:15
Cevap: süryani olmak


Noldu küpürmüşsün iyice? Gerçekler acıtıyor di mi? Senin lise çağında diye bahsettiğin, Uyduruk dinine olan şüphelerin bitmemiş yavrucum. O yüzden hiddetleniyorsun, Şak cevap şuk cevap. Ayrıntılı ayrıntılı yapıştırıyorum suratına suratına bu seferde, sorduğum sorulara islama göre cevap veriyorsun biz bunu dini tanımıyoruz ki diyorsun. Ulen elbette tanımazsın çünkü senin şuanda inandığın uyduruk din bambaşka şeyler anlatıyor. Bambaşka hikâyeler anlatıyor sana. Sende yiyorsun.

Sen inansan da, inanmasan da, öfkelensen de, gerçek gerçektir. İşine gelir ya da gelmez ama gerçek gerçektir. . son mesajını -kaba softa - benzetmen dışında okumadım. Çünkü yine saldırmaktan başka bir bilgi yoktur içinde. Ben makarasına sana, cahil gafil falan filan diyorum ama inan asında sana acıyorum ben. Dikkat edersen ben sana uyduruk dininle alakalı pek soru sormuyorum çünkü gerek duymuyorum zaten uyduruk.


Sen içinde ihtilafa düşmüşsün yavrucum. İnan bana hiçbir zaman o uyduruk dine tam manasıyla teslim olamayacaksın. İsa nın tanrı olmadığını, bunun çok büyük bir uydurmasyon olduğunu sen kendi içinde hissediyorsun ama kendine itiraf edemiyorsun, aklına geldiği anda başka şeyler düşünmeye çalışıyorsun. Kolay mı lan? Her şey yerle bir olacak. Bunu senin gibi bir korkak göze alabilir mi, helak olma pahasına bile olsa. Sen çok zor durumdasın. her iki hayatını da etkileyecek en önemli konuda şüpheye düşmek ne demek, aman yarabbi, nasıl bir zorluk? İçten içe, ya bir yalana inanıyorsam diyip kendi kendini yiyip bitireceksin sen. Ama dönmezsin de. Hem şüphelenip hem de caymazsın sen bu uyduruk dinden. Senin önünde bir sürü engel var yavrucum . aslında çok iyi anlıyorum seni ama elimden bir şey gelmiyor. Senin için dua edeyim mi? Allahım sen bu kulunun kalbini sahte heyecanlardan, sahte inanışlardan kurtar yerine İslam ateşini koy diyeyim mi?

Tamam tamam, öfkelenme, birden gidersin öteki tarafa animallah. Hayır, öteki tarafta, İsa sevgi dolu kollarını açmış seni bekliyor falanda değil. Seni nelerin beklediğini gittiğinde görürsün. Acele etme, bu siktiriboktan yalan hayatın tadını çıkart. Senin cennetin burası yavrucum, senin cennetin bu dünya.
 
Kimden: baterisst  94.55.210.1***
17.12.2012 00:44:31
Cevap: süryani olmak
HİDDETLEEN VE KÜFÜR EDEN SENSİN VE SANA SENİN CÜMLELERİNLE CEVAP VERDİM.CENNETEDE CEHENNEMEDE HELEKİ İRİ GÖĞÜSLÜ HURİLERE HİÇ İNANMAM.HELEKİ ŞU ANKİ HRİSTİYANLIK BENİM GÖZÜMDE PAGAN İSLAMDAN FARKSIZDIR.YALANI YALANLA İSPATEDEMEZSİN ZORUNA GİTMESİN.BİLİYORUM SÖYLEDİĞİM BULDUĞUM ÇELİŞKİLER SENİ AFALLATIYOR BUNLARI KABULLENMEK ZOR.ANLIYORUM AMA BENİM ZATEN İNANÇ PROBLEMİM YOK.ELEŞTİREL BİR TARZLA KENDİ DİNİME İNANŞCIMA BİLE YAKLAŞABİLİYORUM İŞTE CESARET BUDUR.AMA SEN BUNUN YÜZDE BİRİNİ BİLE GÖSTEREMEZSİN ÇÜNKÜ KORKUTMUŞLAR SENİ.KORKACAK BİŞEY YOK.
 
Kimden: Süreyya  31.200.58.1***
17.12.2012 01:35:06
Cevap: süryani olmak
Cesur demek istedin sanırım, ah teşekkür ederim, çok naziksin.
Demek sonunda kabul ettin şimdiki Hıristiyanlığın koca bir düzmece olduğunu. Aferin sana. sanırım epey kırılmışlığın var, bir de nereye yöneleceğini saptayamayan öfken. bir de ne yapacağını bilemeyen bir benlik var sanki. dünyanın hali gibi halin. Derin bir korku içindesin.. kendine çok yalan söylüyorsun. bunu kötü anlamda söylemiyorum. yani kendini kandırmak zorunda kalıyorsun. çünkü başka çıkış görünmüyor çoğu zaman. kafan henüz her şeyi yerli yerine oturtacak olgunlukta değil..
işin çok zor…oldukça zor. sende birazcık samimiyet görmeseydim, o burun kıvırdığın cümleleri bırak, tek bir harf bile yazmadım. bütün sözlerinin arkasında kapana kısılmışcasına bir yürek olduğunu sezmek zor değil. ettiğin lafları bile güçlü görünmek ve ezilmemek adına ezberliyorsun. kullandıkça öç alma güdünü tatmin ediyorsun . amma valkin, neyi kazanıp, neyi kaybettiğimizi iyi ölçmemiz gerekir.
neyse baterist, seninle anlaşmamız çok zor. Bana diyorsun ama sen en ağır taşlarını çoktan attın zaten. Senin anlamadığın şey de şu: bu muhabbeti hep sen yönlendiriyorsun. ben senden bir şey istemiyorum. şunu diyeceğim; saygı göstermiyorsan saygı da görmezsin. Saygı, senin yaptığın gibi sn sürayya diye başlatıp hakaret etmek değildir. Satır aralarına da dikkat etmek gerekir. Yani velahasılı kelam bırak lamı cimi. bana laf sokmak için kıvranıp duruyorsun. yok öyle yok böyle. öyle ya, senin düşüncelerin büyükçe hareketlerin odak noktası. ve bir de çıkıp karşıdakine "kendini ne kadar büyük görüyorsun" sahtekarlığına bürünmek de kolay. "küstahsın" şeklinde cümleler kurmak da... öyle yaa, senin hayatın alçak gönüllülük timsali..... hatta alçak gönüllülük konusunda belgesellere konu oluyor. gülünç olmaya uğraşmak da bir sanat gerektirir. çünkü insan her şeye gülmek zorunda değil... ol sebepten,. can sıkıntına yeterince meze oldum sanırım. İzninle köşeme çekilmek isterim.
Efenim, giderken yalnızca içtenlikli bir iyi geceler diyeceğim. ve şairin dediği gibi; başka da bir şey demeyeceğim...
 
Bu konu yönetici tarafından kilitlenmiştir. Cevap yazamazsınız.

   

   


© Copyright 2008 www.suryaniler.com
tasarım: Web Tasarım