‘Aydın’, çok kullanılan ama anlamı pek bilinmeyen terimlerin başında gelir. Batı dillerine çevrilemez. Çünkü yalnızca azgelişmiş ülkelere özgüdür. Ortaçağ’ın izlerini silen ‘Aydınlanma’dan gelir.
Aydın, bu çağı yaşamamış olan kendi ülkesinde onu simüle etmeye çalışan toplumsal tabakanın adıdır. Küçük burjuva’nın hayatını okumuşlukla kazanmayan türüne ‘esnaf’, kazanan türüneyse ‘aydın’ denir. Bu ikisinin arasında ilginç bir karşıtlık vardır: Birinci tür, yani esnaf, Batılılaşmaya karşıdır. Çünkü Batı’nın altyapısı olan kapitalizmin tekelci eğilimi onu devreden çıkarır (‘Kahraman Bakkal Süpermarket’e Karşı’), Batı’nın üstyapısı da zıvanadan çıkarır (cinsel özgürlük, mini etek, vs.).
İkinci türü oluşturan aydın ise, tam tersine, Batı’dan ayrı düşünülemez. John Kautsky’nin çok öğretici tanımıyla, o, “modernleşme kendi ülkesine ulaşmadan modernleşmenin ürünü olan” kişidir. Bunu yapan, Batı eğitimidir. Ülkenin geneli Batı’yla ilgisiz olduğu için, bu eğitimi alınca ülkesine yabancılaşır. Yabancılaşınca, orada yaşayabilmek için ülkesini Batı’ya benzetmeye girişir. (Zaten bu nedenledir ki, İslamcı aydın olmaz. Müslüman (mütedeyyin/dindar) aydın olur, ama İslamcı aydın olmaz). Tabii, bunu yapabilmesi için işe Bağımsızlık’ı elde etmekle girişecektir çünkü bu evre Batılılaşma için gerekli ön aşamadır.
Aydın’ın iki temel sınıfsal niteliği vardır. Sınıflararası (yani proletarya ile burjuvazi arasında) oluşu onu kompleksli ve yetenekli yapar: Aşağıya düşmemek ve yukarıya çıkma çabasının sonucudur bu. Zaten aydına ‘belkemiksiz’ denmesi de bu yüzdendir.
Asıl önemli olan, aydının sınıflarüstü niteliğidir. Çünkü, alttan hiçbir reform talebi üretmeyen (hatta, tersini üreten) ülkesinde sınıf yapısının gelişmemiş olmasından yararlanarak devleti ele geçirir ve ‘yukarıdan devrim’ yapar. Yukarıdan devrim, aydının hukuku (üstyapıyı) değiştirme yoluyla ülkeyi toptan değiştirmesinin adıdır.
Hangi Batı?
Bu durumda, aydın kavramının iki temel çizgisi ortaya çıkıyor: 1) Batıcıdır; 2) Kendini kurduğu devletle özdeşleştirmiştir. Ama, hangi Batı? Nasıl devlet? Aydın, model aldığı Batı’yı belli bir tarihte donmuş kabul ederek statik olarak mı algılayacaktır, yoksa Batı’nın evrimini izleyen dinamik bir yorum mu yapacaktır?
2007 yılının AB tarafından temsil edilen Batı’sı, ‘tek’ kelimesiyle başlayan kavramlar (tek parti, lider, kültür, dil, ideoloji, millet, vs.) tarafından temsil edilen 1930’lar Batı’sının antitezi olduğu için, bu iki sorunun yanıtı fevkalade önemli. Aydın eğer birinci (statik) yolu izlerse anti-Batı bir tutuculuğa saplanabilir. Bu uğurda, ülkenin yaşamına bitmek tükenmek bilmeyen müdahalelerde bulunmaya girişebilir. Her etkiye bir tepki gelmesi fizik kuralı olduğuna göre, bu müdahalelere gelecek kaçınılmaz tepkiler ülkenin iç dinamiğini yıpratabilir. Dahası, devleti yönetmenin ister istemez getirdiği bir dizi ayrıcalığı koruma peşine de düşebilir.
Türkiye’de aydın, ülkeyi 1920’ler ve 30’ların Batı’sına uydurmak yönünde çok ciddi bir başarı kazanmıştı. Yarı-feodal bir imparatorluktan modern bir ulus-devlete geçişi sağlamıştı. Ümmetten millete geçişi başarmıştı. Tebaadan vatandaşa geçişi temin etmişti.
Fakat bugün, soyadı asimilasyon olan ulus-devletten demokratik devlete geçmeyi, vatanı bölmekle eş tutuyor. Alt kimlikleri tanımayı reddeden milletten çoğulcu ulu’a geçmeyi ihanet olarak yorumluyor. Alt kimliği inkâr edildiği için bu ülkede kerhen yaşayan vatandaştan, alt kimliği tanındığı için bu ülkede severek yaşayacak vatandaşa geçmeyi engellemek için kendini paralıyor.
2007 = 1930?
Bugün maalesef çoğu aydın, kendisine ‘Kemalist’ adını yakıştırarak, gerek devletin statüsü (bağımsızlık ve egemenlik) ve gerekse yurttaşın statüsü (özgürlükler) bakımından 1930’larda demir atmış vaziyette.
1) O tarihlerde, yani iki dünya savaşı arası dönemde ‘Bağımsızlık’ kavramı gerçekten güçlüydü. Çünkü hem İngiltere-Almanya arasında çekişme üçüncü ülkeler için büyük bir bağımsızlık alanı yaratıyordu, hem de 1929 ekonomik bunalımı Batı’yı kendi başının derdine düşürmüştü. SSCB de o dönemde doğmuştu. Daha önce ve daha sonra böyle bir döneme rastlanmamıştır. Bugün onu aramak tam bir aymazlık. Üstelik, ‘anti-emperyalizm’ adı altında yabancı düşmanlığının sınırlarını zorladıklarının farkında değiller.
2) Türkiye’deki aydınların çoğu, bireyin özgürlüğü, adem-i merkeziyet, çokkültürlülük gibi konularda 1930’larda kalakalmış vaziyette. Bugünkü Batı’nın bu temel ilkeleri gerçekleşirse ‘vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü’ne bir şeyler oluvereceği şiirini hazırolda ezbere okuyorlar durmadan. İç dinamiğin özerk sürecini askeri darbe ve müdahalelerle sürekli olarak engelliyorlar.
‘Batı’ kavramının bu statik/arkaik algılamasına, bir de bu engellemelere gelen seçmen tepkisini ve ayrıca on yıllar boyu kendi yarattıkları zombilerden duydukları ürküntüyü katın, bugünkü aydınların Batı ve onun demokrasisi hakkında ne düşündüklerini hemen anlayabilirsiniz. Tabii, 1920’ler zihniyetinin sağladığı ayrıcalıklardan yoksun kalma duygusunu da eklemeniz tavsiye olunur.
Agos 09/11
|