GÜNCEL
ARAMA MOTORU

Web'de Ara Site içinde Ara
 
Forum sözleşmesi


E-posta: Şifre: Şifre Hatırlat | Üye Ol

KONUYU AÇAN: Batı Algısı 195.87.69.1***
7.07.2008 17:37:40
Konu: 200 yıllık aşk ve nefret hikayemiz
Batı algısı toplumumuzda epeyce inişli çıkışlı bir seyir izler. Bu bir ‘aşk ve nefret’ ilişkisidir. Özel olarak Batı’ya, genel olarak da ‘öteki’ye karşı tutumumuzu edebiyat üzerinden izlemek ilginçtir. Hele bu yolculukta bize Herkül Millas’ın değerli doktora çalışması Türk ve Yunan Romanlarında “Öteki” ve Kimlik (İletişim Yayınları, 2005) adlı eseri kılavuzluk ediyorsa...



Türkiye Avrupa Birliği’ne yaklaştıkça Türkiye’deki Batı karşıtı duygular da giderek belirginleşiyor. Tarihte bu duyguların en yoğun olduğu döneme (Mütareke ve Milli Mücadele) yapılan göndermeler de, bu siyasi mücadelenin önemli araçlarından biri olarak çıkıyor karşımıza. Oysa Batı algısı toplumumuzda epeyce inişli çıkışlı bir seyir izler. Bu bir ‘aşk ve nefret’ ilişkisidir. Özel olarak Batı’ya, genel olarak da ‘öteki’ye karşı tutumumuzu edebiyat üzerinden izlemek ilginçtir. Hele bu yolculukta bize Herkül Millas’ın değerli doktora çalışması Türk ve Yunan Romanlarında “Öteki” ve Kimlik (İletişim Yayınları, 2005) adlı eseri kılavuzluk ediyorsa...

Balkabağı ve Krupp güllesi

En hızlı Batıcılardan Abdullah Cevdet, Osmanlı’nın Batı ile karşılaşmasını ‘balkabağı ile Krupp güllesinin savaşına’ benzetir ve kaybedilmeye mahkûm diye niteler. Ama genel olarak o dönemin aydınları Batılıları olumlu, dengeli, kültürlü ve ileri kimseler olarak tasvir ederler. Mesela Şemseddin Sami, Taaşuk-i Tal’at ve Fitnat adlı romanında, Batılı kadınların “ırzına halel getirmeyecek bir yere gidip kemal-i edeple” oturduğundan bahseder. Aynı şekilde, Ahmet Mithat’ın Hasan Mellah adlı romanındaki kahramanlar sevecen bir dille ele alınır; onların din ve mezheplerini koruma istekleri anlayışla karşılanır. Yazar, gayrimüslimlerde, Osmanlı ahlakını görür.

Batı’nın simgesi olarak görülen ve Rumların yoğun olduğu Beyoğlu bölgesi de olumlu, revaçta ve modern bir yer olarak tasvir edilmektedir. Beyoğlu hakkında olumsuz bir söze rastlanmaz. Buradaki genelevler bile olumludur; fahişeler de, ulusalcı yazarların aksine, etnik bir kökene bağlı değildir. Hatta Halit Ziya’nın Mai ve Siyah (1871) adlı eserindeki Alman fahişe, Polonyalı çalgıcı kız olumlu tiplerdir, çünkü Halit Ziya Uşaklıgil, tek Türk çocuğu olarak eğitimini bir papaz okulunda geçirmiştir.

Ben Şarklıyım!

Osmanlıcılıktan ulusçuluğa geçiş dönemi edebiyatında Batı genel olarak düşman ama üstündür. Bu dönemin en tipik edebi temsilcilerinden Hüseyin Rahmi, ilk romanlarında Osmanlı, Türk, Rum, Ermeni, Frenk gibi tanımları hümanist bir bağlamda kullanırken 1899’da yayımlanan Metres adlı romanındaki bir kahraman “Ben Şarklıyım. Avrupa âdetlerine gösterdiğim hayranlığa bakma, bu halim dıştadır, bende o kadar medeni Avrupalı havası yoktur” der. Ama yazarın 1912 Balkan felaketi sırasında yazdığı Cadı’da “Bu memlekette üstün ve başarılı yaşamak için Türk’ten başka şey olmak gerekiyor. Yurdumuzda Alman, İngiliz, Fransız, Rus üstünlüğü, her şeye söz geçirmesi her gün bizi biraz daha kaplayarak boğuyor” diyecektir. Bu dil Batı’nın artık bizi geliştiren değil, bizi engelleyen bir güç olarak algılanmaya başladığını gösterir. Mehmed Akif Ersoy’a Çanakkale Şehitleri şiirinde, ‘Nerde gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı / Dedirir, yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi!’, ‘Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahûd kafesi’ dedirten de, bu ihanet eden Batı’dır.

Primo Türk Çocuğu

İmparatorluğun tarihe gömülmek üzere oluşunun acısını en derinden hissedenlerden biri olan Ömer Seyfeddin ise yeni filizlenen Türk milliyetçiliğinin tüm karakteristik temalarına yer verdiği ‘Primo Türk Çocuğu’ adlı hikâyesinde, kahramanı genç ve güzel Grazya’yı “muzaffer, genç, kavi ve uyanık Turan’ın muhakkak galebesi altında ezilecek olan zayıf, hasta ve miskin Garb’ın korkak ve kadından bir timsali gibi” hıçkıra hıçkıra ağlarken tasvir eder. ‘Topuz’ adlı öyküsünde, istiklal sevdasına düşen Hıristiyan Avrupalılara, eziklik ve korku içinde Türk’ün elini öptürür. Ancak, aynı zamanda “Garp medeniyetinin en bariz seciyesi milliyetler, harslarıdır.... Hele bu cihan harbinden sonra mutlak millet haline geleceğiz. Rumlar gibi, Ermeniler gibi, Yahudiler gibi...” diyerek, nefretle andığı azınlık ve Batı kültürüne gizli bir hayranlık beslediğinin ipuçlarını verir. Bu dönemin özelliklerinden biri de Batı düşmanlığı ile azınlık (gayrimüslim) düşmanlığının artık örtüşmeye başlamasıdır. Yani, eleştirilen Batı mı yoksa Hıristiyanlık mı, ya da azınlıklar mı, anlaşılamaz. Bu nefretle flört eden eleştirel damar capcanlı biçimde günümüze kadar ulaşmıştır.

Batı’ya rağmen Batılılaşma

Cumhuriyet Batılılaşması ise, Osmanlı dönemindeki gibi belli kurumların ve teknolojinin ithali olarak değil, Batılı dünya görüşünün ‘halk için, halka rağmen’, yani aynen Osmanlı döneminde olduğu gibi tepeden inmeci biçimde toplum yaşamına egemen kılınması şeklinde anlaşılmıştır. Mustafa Kemal için bu Batı tümüyle beğenilen bir Batı değildir, sadece aşılması şart olan bir merhaledir. Dolayısıyla, erken Cumhuriyet döneminde siyasi kadrolar Batı tipi devrimlerle ülkeyi Batı tarzında modernleştirirken, Batı, edebiyat dünyasında pek sevecenlikle ele alınmaz.

Örneğin Amerikan Koleji mezunu, Amerikan mandası yanlısı Halide Edip Adıvar’ın romanlarında doğrudan bir Batı eleştirisi yoktur ama, Batı’nın temsilcisi olarak Rum ya da Yunan kadınlarının hemen hepsi fingirdek, ahlaksız, ayartıcı, kahpe, erkekler saldırgan, kurnaz, vahşi, acımasız ve uşak ruhludur.

Nev Yunanilik ve Rum düşmanlığı

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Türk Tarih Tezi’ne dayanarak “Eski Yunan’ın kökeni Türk’tür ve bugünkü Yunan’la eski Yunan birbirinden farklıdır.” şeklinde özetlenebilecek ‘Nev Yunanilik’ tezinin sahibidir. Nitekim, Atatürk’ü Panorama adlı eserinde Yunan mitolojisindeki Prometheus’a, Atatürk adlı kitabında ise Atatürk’ün sofrasını Socrates’in meclislerine, Atatürk’ün kadehe uzanışını Zeus’un altın kupalar içinde Kevser şarabını dağıtışına benzetir. Ancak bütün bunlar yazarın Yunanlıları sevdiğini göstermez. Onun için ‘antik olmayan öteki’ olarak Yunanlılar ve Rumlar, Türklerin baş düşmanıdır, ahlaksızdır, aşağıdır, kötü ruhludur. Yakup Kadri’nin romanlarındaki Rum kadınların çoğu fahişedir; geri kalanların da Türk erkeklerle cinsel ilişkileri vardır. Rum kadınlarıyla ilişkiye giren Türk erkekleri genelde bedbaht olurlar. Yunan ve Rum erkek karakterlerse çoğunlukla olumsuzdur. ‘Öteki’ erkekler katliam yapar, köy yakar, ırza geçer. Beyoğlu da, yazarın öfkesinden nasibini almıştır. Beyoğlu, Rumların mekânı olmuştur ve kurtuluşu buranın dışında aramak gereklidir. Burada sadece Rum fahişeler yoktur, aynı zamanda sapık erkekler de bulunur.

Huzur ve huzursuzluk

Batı-Doğu ikiliğini en çok konu eden yazar olan Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre ise, “Bir yandan tarihi zaruretlerden kudret alan bir irade ile Garb’a gittik, öbür yandan hakiki cevheri ile bizde konuşmaya başladığı zaman sesine kulaklarımızı kapatmak imkânsız olan bir mazinin sahibiyiz (...) Ama bizim için nasıl olsa miras, ne mazidedir, ne de Garp’tadır; önümüzdeki çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımızdadır!”

Yazar, 1940’ta bir CHP konferansında Avrupa’dan ilk hamlede alınması lazım gelen şeylerin hemen hepsinin alındığını söyledikten sonra “Şimdi yapılacak şey kendimize, kendi hayatımıza, mazimize, zenginliğimize dönmek ve mükemmeliyeti olduğu kadar muhtevayı da kendimizde aramak” der; Huzur adlı romanında ise son noktayı koyar: “Bence bu iki dünya [Müslümanlık ve Hıristiyanlık] arasında münakaşa zemini bile yoktur (…) Dikkat edin ki, Garp medeniyetinde her şey bir kurtulma, bir azat edilme fikri üzerinde kurulur (...) Bir bakıma biz başından beri hürüz.”

Amerika’ya ciro edilen hayatlar

Bu hürriyetin sınırlarını, Türkiye’nin Batı bloğu içinde yer almasının bileti olan 1950-1953 Kore Savaşı’nı eleştiren Nazım Hikmet’in “Amerika’ya ciro ederler onu / seni de büyük hürriyetinle beraber / hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün! / yapışır yakana kopası elleri Valstrit’in / günün birinde, diyelim ki / Kore’ye gönderilebilirsin, bir çukura doldurulabilirsin / meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!” dizeleri verecektir.

Demokrat Parti döneminde, İslamcı yazarlar, hem Batıcı olarak gördükleri Cumhuriyet’le hesaplaşmaya başlarlar, hem de Batı’yla. Necip Fazıl Kısakürek ileriki yıllarda ‘Oksidentalizm’ diye anılacak ideolojik kodlamanın ana temasını belirler: Batı bir bütün olarak “karbon olmaya mahkum bir dünya”dır. Hekimoğlu İsmail’de ise, Batı artık açıkça Müslüman dünyasının düşmanı olarak ortaya çıkar. Minyeli Abdullah’ın romanlarında Mısır’da İngilizler, Fransızlar ve Yahudiler, İslamiyet’i yok etmeyi gaye edinen tipler olarak çizilir.

Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı

Peyami Safa, 1930’ların başında sosyalizme ilgi duyarken, 1938’de Atatürkçü olmuş, II. Dünya Savaşı yıllarında ise ırkçı bir tutum sergilemiştir; İslamcılığı ise 1946’dan sonradır. Ama yazar, her döneminde Batı düşmanıdır. 1931’de yazdığı Fatih-Harbiye romanında Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı ana temadır. 1938’de yazdığı Türk İnkilabına Bakışlar adlı kitabında İslam-Türk ve Batı düşüncesinin kaynaklarının ortak olduğunu ileri sürerken, 1949’da yazdığı Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nda, Noralya’nın İtalyan annesi bağnaz Batı’yı temsil ederken, Türk babaannesi olumlu Doğu’dur.

1964’te Kıbrıs’a müdahale etmeye hazırlanan Türkiye’ye gönderilen kaba Johnson Mektubu ile birlikte artık sadece aydınlarda değil hem siyasi elitlerde ve halkta da Batı düşmanlığı belirginleşir. Vietnam Savaşı ve 1968’de tüm Avrupa’yı saran öğrenci eylemlerinin yarattığı uluslararası atmosferle ABD’nin bu saygısız politikaları birleşince ‘Milli Mücadele’ ruhu tekrar ortaya çıkar.

Halikarnas Balıkçısı

Bu dönemin edebiyatında da Batı düşman ve aşağıdır. Örneğin, Halikarnas Balıkçısı adıyla tanıdığımız Cevat Şakir’in 1966’da yayımlanan Turgut Reis adlı romanında Batı’yı temsil eden bütün karakterler hem ahlaken, hem de cinsel anlamda kötüdür, Türkler ise üstün ve eksiksizdir. Edebiyat eleştirmenleri Berna Moran ve Fethi Naci’nin ortak kanısı, Kemal Tahir’de Batı düşmanlığının nefretle at başı gittiği şeklindedir. Yazarın ‘Doğu’ kavramını açıkça ortaya koyduğu Yorgun Savaşçı’da Batı’nın her açıdan Doğu’dan ne kadar farklı ve üstün olduğu adeta teorileştirilir. Bu temalar Devlet Ana’daki cinsel sapık ve sadist Batılı şövalye Notus Gradyus’un şahsında ete kemiğe bürünür.

Batı’nın suçları

Milli Mücadele’yi konu olan Ateş Yılları’nı ancak 1968’de yayımlayan Hasan İzzettin Dinamo ile birlikte, Batı, yıllar sonra sosyalist bir terminoloji ile anti-emperyalist bağlam içinde karşımıza çıkar. Ülkede gayrimüslim azınlıkların sayısı çok azaldığından bir süredir gerek duyulmayan ‘iç düşman’ teması bu romanda tekrar boy gösterir. Romanda Rum Patrikhanesi pek çok kötülüğün nedeni olarak belirir. 1970’lere gelindiğinde, Batı üstün ama düşmandır. Örneğin Firuzan ve Pınar Kür’de Avrupalı ulusların gelişmişlikleri teslim edilir ama sosyalist bir bilinçle yargılanır. Milli Selamet Partisi’nin koalisyon ortağı olduğu hükümetler ise Amerikan karşıtı ulusal çizgiyi devam ettirirler. 1973 petrol krizi, ardından ABD’nin Haşhaş ekimine yasak koyması gibi olaylar Batı’ya karşı duyulan antipatiyi tırmandırır. İslamcı kesimin ağzından Erbakan Hoca’nın “Batı taklitçiliği” sözü bolca duyulur olur. Roman tekniği açısından Batılı olan İslamcı yazar İsmail Miyasoğlu için, 1974 Kıbrıs Harekâtı Allah’ın bir lütfudur çünkü bu harekâtla dünya Türk’ün varlığından haberdar olmuştur! Sol eğilimli Fikret Otyam’ın Pavli Kardeş romanında da benzer laflar edilir.

Sevgiden söz aç

Yine ‘solcu’ Attila İlhan’ın romanlarında boy gösteren Yahudi erkekleri korkaktır, çıkarcıdır. Rum kadınların hepsi ya fahişedir, ya sevicidir ya uyuşturucu kullanırlar. Üstelik, cinsel ilişkiler birer ulusal metafordur. Mesela 1974’te yazdığı Sırtlan Payı’nda, kahramanımız Binbaşı Ferid, fahişe Kalyopi ile sevişirken “Osmanlı yatağanı gibi yalın ve seri, kadının içine” girer ve “altına o an boylu boyunca uzanmış yatanın Yunanistan olduğunu” sanır. Yunanistan burada Batı’nın en antipatik temsilcisidir. Batılıların ve gayrimüslimlerin kadın, Türklerin ve Müslümanların erkek olarak resmedilmeleri ileriki yıllarda da çokça karşımıza çıkacaktır.

Milli kimliğin yapımında edebiyatın rolünü düşününce, bugün halkın neden Batı, gayrimüslim ve ‘öteki’ düşmanı olduğunu anlamak mümkün oluyor. Umudum bir gün Sait Faik’in şu sözlerini duyanların sayısının artmasında: “Sevgiden söz aç. O seni değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak…”



EK KAYNAKÇA: Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İmge Yay., 2002; Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, Everest Yay., 2003; Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri; Cem Yay., 1991.

Ayşe Hür
Agos Haziran 2008
 
Kimden: Ömür  78.161.93.1***
8.07.2008 19:42:37
Cevap: 200 yıllık aşk ve nefret hikayemiz
Türkiyedeki AB karşıtı insanlar zannediyolarki İslamcı bir devlet olmak çok büyük bir başarı aslında öyle değil zaten islamcı bir devlet Türkiye.zamanında Ermenilere , Alevilere , Süryanilere azmı katliam düzenlediler bunları yapanların hepsi AB karşıtı insanlar değilmiydi Türkiyede laikliği savunan insanlar ilk önce bazı insanların kafasındaki örümcek ağını çıkarsınlar.saygılar
 
CEVAP YAZ - Onaylı Üyelik Gerektirir
isim:
konu:
cevap:
   

   


© Copyright 2008 www.suryaniler.com
tasarım: Web Tasarım