23/11/2008
MUHSİN KIZILKAYA (Arşivi) Etnik sorunları çözmek için ya yıllar yılı, belki de sonsuza kadar süren bir sabırla savaşacaksınız ya da ‘demokrasi, eşitlik, vatandaşlık hakkı ve bireysel özgürlükleri esas alan politikalar güderek’ sorunun barışçı yollarla tam çözülmese de ‘hafiflemesini’, hiç olmazsa ‘şiddetten arınmasını’ sağlayacaksınız
Askeri darbelere maruz kalmış ülkelerdeki baskıdan canını kurtarmış olan aydınların, sanatçıların, bilim insanlarının ilk kapağı attıkları, her sene verdikleri Nobel ödülleriyle gündeme gelen, yaratıcılığın en önemli merkezlerinden biri olan İsveç, her açıdan ilginç bir ülke. Çok eskiye dayanan kuruluşundan itibaren hep “tekçi” bir toplum olagelmiş. Sadece kuzeyinde küçük bir Lapun azınlık yaşar. Onun ötesinde toplum çok uzun yıllar “tek millet, tek devlet, tek dil” kalmış. (Tam Başbakan Erdoğan’a göre bir ülke aslında, her şeyleriyle “tek”.) 1960’lı yıllarda başlayan yoğun göçmen akınlarına rağmen bu “tekçilik” hiç değişmemiş.
“Tekçiliği” o kadar benimsemişler ki, bunu kaybettiklerinde her şeylerini kaybedeceklerini sandıkları için (yine Başbakan Erdoğan gibi) yıllar yılı sömürgeci politikalar bile uygulamışlar; kendi içindeki “ötekileri” ezmişler, sömürmüşler, asimile etmişler, dillerini yasaklamışlar, hor görmüş, aşağılamışlar. Bazı verilere göre 1930’lara kadar ülkede yaşayan bütün yabancıların sayısı sadece 1047. O yıllarda ülkeye giren “yabancılara” göz açtırmıyorlar, kabul etmiyorlar, bir şekilde yer bulanları da, kovmaya çalışıyor, kovamayınca da sudan bahanelerle hiçbir sosyal, ekonomik, kültürel, yasal haktan yararlandırmıyorlar.
İşçiler ve göçmenler
Ülkenin, kendi kültüründen farklı kültürlerle tanışması 1960’lı yıllara rastlar. Söz konusu yıllarda ülkede yoğun bir işgücü sıkıntısı çekiliyordu. Dışarıya göz dikmek zorunda kaldılar. İşçi aramaya başladılar. İşgücü ihtiyacı birden ülkeye yabancıları çekti. Toplum aniden, dışarıdan gelmiş gruplarla iç içe yaşarken buldu kendini. Türkler, İç Anadolu Kürtleri, Süryaniler, Yunanlılar, Yugoslavlar işçi olarak gittiler önce. Hemen arkasından 1970’lerde dünyanın talihsiz birçok üçüncü dünya ülkesinde (Türkiye, İran, Şili, Arjantin, Irak, Suriye) yaşanan askeri darbe ve diktatörlük rejimleri birçok aydını, sanatçıyı, yazarı çekti bu ülkeye. Buraya kaçan herkes, giderken beraberinde kendi kültürünü de götürdü.
“Tekçi” anlayışa alışmış devlet ve yurttaşlar, yeni yemekler, yeni düğün dernekler, yeni iş ahlakı, yeni gelenek görenekler karşısında afalladı. Yabancıların bu ülkedeki varlığı devletin önüne aniden önemli bir sorun oldu, dikildi. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Toplum bu kadar farklı kültürle, dille, gelenekle nasıl birarada yaşayacak, onları sisteme nasıl entegre edecekti?
İşte tam bu sırada bütün dünyayı saran “68 rüzgarı”, bu ülkeye farklı bir “kurtuluş reçetesi” getirdi. “Tekçi” zihniyet yavaş yavaş yara aldı. Farklı seslere tahammül tartışmaları yaygınlaştı. Yürüyüşler oldu, özgürlük isteyen sesler yükseldi. Devlet mecbur kaldı; göçmenler ve azınlıklar politikalarını gözden geçirerek yeni bir biçim verdi ona.
Büyük devlet adamı böyle dönemlerde lazım olur işte; daha sonra bir sinema çıkışında karısıyla beraber evine doğru yürürken (bizde Başbakanlar evine yürümez!) faili meçhul bir cinayete kurban giden Olof Palme, öncülük yaptı her şeye. Çok uzun, çok yoğun araştırmalar sonucunda “Göçmenler ve Azınlıklar Politikası” yasası 1975 yılında İsveç Parlamentosu’nda kabul edildi. Yasa, her şeyi kökünden değiştiriyordu, radikaldi; özü şöyleydi: “Göçmenler ve azınlıklar politikası, göçmenler, azınlıklar ve İsveçliler arasında tam bir eşitliğin yaratılmasına yönelik olmalıdır. Göçmenlere ve azınlıklara istedikleri oran ve biçimde kendi dil, kültür ve kimliklerini koruyup kollama ya da İsveç kültürel kimliğine doğru kayma konusunda seçme fırsatı vermelidir. Ayrıca söz konusu politika, İsveçlilerin ve azınlıkların toplumsal ortak katılımcılığını hedef almalı ve göçmenlerle azınlık gruplarını özellikle kendilerini ilgilendiren konularda söz ve yetki sahibi haline getirmelidir... Azınlıklara (dil, din, etnik) kendi kültürel ve toplumsal yaşamlarını sürdürüp güçlendirmek için olanaklar sunulmalı ve azınlıklar teşvik edilmelidir...”
‘Tekçi’likten ‘çok kültürlülüğe’
Mehmed Uzun, 1977 yılında karşı karşıya kaldığı hapis tehdidinden kurtulmak için gittiği İsveç’te ölümüne kadar yaşadı. Bu ülkenin tarihini, kültürünü, edebiyatını çok iyi inceledi, öğrendi. Oranın yurttaşı oldu, ülkenin kısa sayılabilecek bir tarihi süreçte, “tekçi” anlayıştan “çok kültürlülüğe” geçişine adeta tanıklık yaptı. Sorun çözmedeki maharetleri karşısında zaman zaman şaşırdı.
Yukarıda sözünü ettiğim bilgileri veren Uzun, “elbette Türkiye İsveç değil ve Türkiye’deki Kürt sorunu da İsveç’teki göçmen ve azınlıkların sorunu değil” demiş ve “İsveç’teki modeli oluşturan konseptler neden Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü için önemli olmasın?” diye bir soru sormuştu bir konuşmasında. Yakıcı bir soruydu ve doğruydu. Etnik sorunların çözümsüzlüğü konusunda hemen hemen herkes hemfikirdir. Ya bu sorunları çözmek için yıllar yılı, belki de sonsuza kadar süren bir sabırla savaşacaksınız ya da “demokrasi, eşitlik, vatandaşlık hakkı ve bireysel özgürlükleri esas alan politikalar güderek” sorunun barışçı yollarla tam çözülmese de “hafiflemesini”, hiç olmazsa “şiddetten arınmasını” sağlayacaksınız. Kürt sorunu da “nihai çözümü” olmayan böylesi bir sorundur. “Savaşla çözümünü” kimse istemediğine göre (çünkü herkes demokrasiden bahsediyor) o halde demokratik yollarla hafifletip şiddetten arındırmanın bir yolunu bulacağız.
Rahmetli Mehmed Uzun’un bir önerisi vardı; yukarıda sözünü ettiğimiz İsveç Parlamentosu’nun kabul ettiği yasayı Türkiye’ye uyarlamak! O vakit şöyle bir metin çıkardı ortaya: “Türkiye’nin Kürtler ve azınlıklar politikası, Kürtler, azınlıklar ve Türkler arasında tam bir eşitliğin yaratılmasına yönelik olmalıdır. Kürtlere ve azınlıklara istedikleri oran ve biçimde kendi dil, kültür ve kimliklerini koruyup kollama ya da Türk kültürel kimliğine doğru kayma konusunda seçme fırsatı verilmelidir. Ayrıca söz konusu politika, Türkler ve Kürtlerle azınlıkların toplumsal ortak katılımcılığını hedef almalı ve Kürtlerle azınlık gruplarını özellikle kendilerini ilgilendiren konularda söz ve yetki sahibi haline getirmelidir... Kürtlere ve diğer dil, din ve etnik azınlıklara kendi kültürel ve toplumsal yaşamlarını sürdürüp güçlendirmek için olanaklar sunulmalı ve azınlıklar teşvik edilmelidir...”
Mehmed Uzun, yasa maddesindeki “göçmenler” kelimesinin yerine “Kürtler”, “İsveçliler” yerine de “Türkler” kelimesini koymuş o kadar.
Kötü bir öneri mi sizce? Böyle bir şey yaparsanız eğer, başka bir yasa çıkarmanıza gerek yok, herkes silahını bırakıp “evine döner!”
Siz de “ben ya sev, ya terk et demedim”, “beğenmeyen çekip gitsin” dedim demez, “tek tek basaraktan” türküsünü söylemekten kurtulursunuz!
YORUM YAZYAZDIR | YOLLA
OKUR YORUMLARI
25/11/2008
21:32 Doğruya Doğru
Mehmed Uzun un bu önerisi geçekten demokratik, katılımı teşvik edici ve sorun çözücüdür. ve Kürtler oya sunulsa herhalde 80 in üzerinde destek alır ve galiba silahlı mücadeleyi de sona erdirir. Ancak Türkiye de sorunu çözmek isteyen kim? Baksanıza herkesin ama herkesin nasıl nemalandığını son günlerdeki olaylar nasıl da gün ışığına çıkarıyor. Sorunun çözüldüğünü bir düşünsenize bu birikimleriyle siyasal partiler neyin siyasetini yapacak, ordu ne ile değer kazanacak? Yok Yok Bize sorunu çözmekten uzak öneriler lazım. Vakti gelince devlet sorunu "çözer".
|