|
|
Tarihi Süryani Manastırı Restore Edildi 
Süryani Kilisesinde Yoga Saygısızlığı 
1.Uluslararası Turabdin Sempzoyumu Yapılıyor
|
|
Bugünden Düne: Yarına Bir Harf
sonsuzluğa Giden Bir Annenin Ardından
|
|
|
|
|
KONUYU AÇAN: Özcan 88.247.129.*** |
27.04.2009 14:46:55 |
Konu: İttihat ve Terakki’nin Çocuk Askerleri |
İttihat ve Terakki’nin Çocuk Askerleri
Ayşe Hür - 12.04.2009
TAŞ ATAN KÜRT ÇOCUKLARI .Bugün Diyarbakır, Adana, Mersin, Hatay, Mardin, Siirt, Şırnak, Van ve İzmir’de yaşları 13-17 arasında değişen 800 civarı Kürt çocuğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin altına imza koyduğu BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olarak, Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) “örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyenler örgüt üyesi gibi cezalandırılır” diyen maddesi yüzünden ‘yetişkin’ koşullarında yargılanıyor. Bugüne kadar 130’a yakın çocuğa 5’e yıla varan ağır hapis cezaları verildi. Bazı çocuklar yüzlerini kapatan bereler giydikleri için, bazıları ellerinde taş izi olduğu için, bazıları atletleri ıslak olduğu için, bazıları kalpleri hızlı çarptığı için cezaya çarptırılıyorlar. Bazıları yetişkin koşullarında hapiste tutuluyorlar.
DAĞA ÇIKARMAK MI? Bu çocuklar, önce büyük şaşkınlık, sonra psikolojik sorunlar yaşıyorlar. Sonra büyüklerine, devlete, kanunlara güvenlerini, sonra da geleceğe dair umutlarını yitiriyorlar. Çocuk haklarını ihlal eden TMK uygulaması bugünkü haliyle devam ettikçe yarın aynı mağduriyeti bizim çocuklarımızın, kardeşlerimizin de yaşamayacağı garantisini kimse veremez.Dağdakileri silah bırakıp demokratik yaşama nasıl katacağımızı düşünürken, sadece slogan ve taş atan çocukların dağa çıkmalarını ister gibi davranmak gerçekten yaman çelişki. Bu vesileyle bu haftayı, İttihatçılar tarafından ‘milli’ amaçlarla örgütlenmiş ve cephelere sürülmüş Türk çocuklarıyla yine İttihatçılar tarafından ‘milli’ amaçlarla hayatları karartılmış Ermeni çocuklarına ayırdım.
İzcilikten paramiliter örgüte
Osmanlı İmparatorluğu’nda izcilik (keşşaflık) örgütlenmesinin ilk adımları 1910 yılının sonlarına doğru yayınlanan “Sayi ve Terakki” Mecmuası ile Lozan’da bulunan Ragıp Nurettin’in izcilik hakkındaki yazılarının basımı ile başladı. Soylu bir İngiliz ailesinin Hindistan doğumlu oğlu olan ve eğitimini Mekteb-i Sultani’de (bugünkü Galatasaray Lisesi) tamamlayan, futbolcu ve spor adamı Ahmet Robenson tarafından İstanbul’da kurulan ilk izci oymağının faaliyetleri, boru trampet takımları ile şehir içi turları ve doğa yürüyüşlerinden ibaretti. Bu ilk oymağı Darüşşafaka, Kadıköy Numune Mektebi, İstanbul Lisesi, Vefa ve Üsküdar liseleri takip etti. İstanbul dışında ilk izci teşkilatını kuran iller ise Bursa, Beyrut, İzmir, Sivas, Kayseri ve Kütahya idi.
8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı başlayınca İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Edirne’deki İttihat Mektebi Müdürü Nafi Atuf (Kansu) ile arkadaşı Manastır’daki Öğretmen Okulu Müdürü Ethem Nejat’ı “mükemmel bir gençlik teşkilatı” kurmak üzere incelemeler yapmak için Avrupa’ya göndermişti. Atıf Bey dönüşte Enver Paşa’ya izciliğin bu iş için ideal bir faaliyet olduğunu, Batı’daki örnekleri gibi bir teşkilatın kurulabileceğini belirtti.
Bu iş için Belçika İzcilik Teşkilatı kurucusu İngiliz Harold Parfitt ülkeye davet edildi. Parfitt, 9 Nisan 1914’de Keşşaflık Cemiyeti İzci Ocağı’nı kurduktan sonra Darü’l-Muallimin-i Aliye’de (Yüksek Öğretmen Okulu) izcilik dersleri, yürüyüşler, kamplar, oymak beyi kursları ile izciliği kurumsallaştırmaya başladı. Ocağın 22 Mayıs 1914’te hazırlanan 35 maddelik Nizamnamesi’nin 2. maddesine göre “İzci oymakları (tabur) teşkil edilerek, bunlar vasıtasıyla gençliğin “açıkgöz, çevik, becerikli, yiğit, tehlikeci, fedakâr, vatanperver olarak yetiştirilmeleri, aynı zamanda tesanüd (dayanışma), yasacılık (disiplin), mes’uliyetperverlik ve namusperestlik duygularıyla müteallik (donanmış) olmaları” sağlanacaktı. Ocağın ilk ‘Başbuğ’ u Enver Paşa, ‘Kalgay’ı (Başbuğun yardımcısı) ise Harold Parfitt oldu.
Başbuğ Enver Paşa
Ancak izcilik örgütüyle gençliğin tamamına ulaşılamayacağı düşünüldüğünden, 15 Haziran 1914’de Osmanlı Güç Dernekleri’ni kurdu. Diğer gençlik örgütlerinin aksine, geçici kanunla kurulan ve Enver Paşa’nın “gençlerin siyasetle uğraşmasının yasaklanmasını” isteyen talimatı ile sanki İTC ile irtibatı yokmuş havası verilmeye çalışan Osmanlı Güç Dernekleri (OGD) aslında Harbiye Nezareti’ne bağlıydı. OGD’nin başbuğluğuna yine Harbiye Nazırı Enver Paşa getirildi. Diğer yöneticiler ise Doktor Nazım, Eyüp Sabri (Toprak), Burdur Milletvekili Atıf, Trabzon Milletvekili Resuhi ve Ziya beylerdi.
Başlangıçta, beyaz tenis şapkası giyen bu gruplar, kimi çevrelerce Müslüman çocukların İngilizler tarafından Hıristiyanlaştırılması olarak algılandı. İzcilerin kısa pantolon giymeleri öncelere tutucu kesimlerce tepkiyle karşılandı ancak Darülfünun Emini’nin (Rektör) izciliği desteklemek amacıyla izci kıyafetini giyip kısa pantolonla dolaşmasıyla tepkiler azaldı. Derneklerde, milli duyguların yoğunlaşması için sözlerini Türkçülük akımının ideologlarından Ziya Gökalp’in şiirleriyle bestelenmiş marşlar ile İsveçli bestesi Felix Körling’e ait Şakıyan Üç Genç Kız (Tre Trallade Jantor) şarkısından uyarlanan Dağ Başını Duman Almış marşı söyleniyordu.
Alman modeli genç dernekleri
Savaş devam ederken “Osmanlı gençliğini savaş içinde silah altında tutmak ve bir milis örgütü etrafında toplamak” amacıyla yeni bir örgütün kurulması fikri ortaya çıktı. Bu para-militer örgütün fikir babası, Osmanlı ordularını Prusya usulüne göre örgütlemek için gelen Alman Goltz Paşa’ydı. Goltz’un tavsiyesiyle Almanya’da Kaiserlich Deutshe Jugendwebr veya Jugendwehr gibi gençlik örgütlerinin kuruluşunda ve idaresinde çalışmış Miralay von Hoff İstanbul’a getirildi. Alelacele paşalığa terfi ettirilen von Hoff ve yardımcısı Selim Sırrı’nın (Tarcan) önderliğinde Nisan 1916’da Osmanlı Genç Dernekleri kuruldu.
Hey Onbeşli Onbeşli!
Harbiye Nezareti’ne bağlı olan dernek, 12-17 yaş arası Müslim ve gayrimüslim gençlerin üye edildiği Gürbüz Derneği ile 17 ve yukarı yaşlardaki gençlerin üye yapıldığı Dinç Derneği şeklinde örgütlenmişti. Edirne’den Kudüs’e, Bitlis’ten Basra’ya kadar geniş bir alanda teşkilatlanan Genç Dernekleri’nin sayısı 1917’de 706’ya ulaşmıştı. Dinç Derneği üyeleri, 1917’de çıkarılan ve 1315 (1899) doğumluların askere alınmasını öngören bir kanun uyarınca askere alındılar. Daha sonra adlarına “Hey Onbeşli, Onbeşli, Tokat yolları taşlı…” türküsü yakılan bu gençlerin akıbetlerini ne yazık ki bilmiyoruz.
Kazım Karabekir’in Gürbüzler Ordusu
Milli Mücadele döneminde Kastamonu’da Gençler Kulübü, Çerkeş’te Gençler Mahfili adları altında Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerine yardım eden bazı gençlik örgütlenmeleri biliniyor. Ama en ilginç örgütlenme Kazım Karabekir’in ‘Gürbüzler Ordusu’.
Milli Mücadele sırasında Doğu Cephesi komutanı olan Kâzım Karabekir, Erzurum civarında yetim kalan 2 bin kız, 4 bin kadar erkek çocuğu sokaklardan ya da bakamayacak durumda olan akrabalarının yanından toplatmış oğlanların yarısıyla, ‘Gürbüzler Ordusu’ kurmuştu. Bu çocuklara kayak dersi de dahil olmak üzere askeri eğitim verilmiş, bir kısmına Sanayi Gürbüzler Mektebi’nde zanaat öğretilmiş, orduya kaput, potin diktirilmişti. Ama hepsine Türklük bilinci verilmişti. Karabekir’in 26 Eylül 1920’de Sarıkamış’ı Ruslardan geri alırken, Gürbüzler Ordusu’nu da seferber ettiği söylenir. Karabekir’in koruma altına aldığı kimsesiz erkek çocuklar arasında, Ermeni yetimler de bulunuyordu. Bu çocuklardan kabiliyetli olanlar, Karabekir tarafından, sanki Türk ailelerin yetimleri gibi gösterilerek Bursa’da yeni açılan Işıklar Askerî Lisesi’ne gönderilmiş, bir bölümü ise meslek erbabı olarak hayata karışmıştı.
Millet-i müsellaha için gençlik örgütü
3 Ocak 1924’te İsmet (İnönü) Bey tarafından meclise verilen bir kanun teklifiyle on iki yaşından askerlik çağına giren bütün gençleri içine alan bir teşkilat kurulması ve bu teşkilatın ülke savunmasında kullanılması öngörüldü ama teklif mecliste ilgi görmedi. Bu sefer işi Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa ele aldı. Mareşale göre halkı “millet-i müselleha” haline getirecek böyle bir teşkilatın kurulması hazırlıklarına derhal başlanmalıydı. Ancak bu girişim de sonuç vermedi. Konu 1927, 1928 ve 1932’de tekrar meclis gündemine geldi ama yine kanunlaşmadı. 1937’de Alman Gençlik Teşkilatı Başkanı Baldur Vol Schirach geldi ama bu tarihten sonra konu kapandı.
Kaynakça: Zafer Toprak, “Meşrutiyet ve Mütareke Yıllarında Türkiye’de İzcilik”, Toplumsal Tarih, İstanbul, Nisan 1998, Sayı 52, s.13-20; Toprak, “II. Meşrutiyet Döneminde Paramiliter Gençlik Örgütleri”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C.2, İstanbul, 1985, s.531-536; Mustafa Balcıoğlu, “Osmanlı Genç Dernekleri” Türk Kültürü, Şubat 1992, S. 346, s. 98-102; Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, 2 cilt, Emre Yayınları, 1995.
***
Ne Ermeni ne Türk, sadece yetim....
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nda kimsesiz kalan ve yetim veya öksüz kalan çocukların koruma altına alınması ve bakılması görevi Dâr’ül-Eytâm’ın (Yetimler Cemiyeti) sorumluluğunda idi. Hem çeşitli cephelerde hayatını kaybeden askerlerin çocukları, hem de 1915 Ermeni kırımından sağ kurtulan şanslı (!) çocukların sayısı o kadar fazlaydı ki, bir süre sonra İstanbul’daki tüm yetimhaneler, yatılı okullar ve bakımevleri hıncahınç doldu. (Murat Bardakçı tarafından yayınlanan Talat Paşa’nın kara kaplı defterinde ‘Ermeni Eytamı’ yani Ermeni yetimlerinin sayısının 10 bin 314 olduğu yazılı. Başbakanlık Arşivi ise kız ve erkek çocukların ailelerinden alınmaları, Ermenilerin bulunmadığı Müslüman köylerine dağıtılmaları ve Müslümanlarla evlendirilmeleri veya yetimhanelere konulmaları ve özellikle Müslüman adetlerine göre yetiştirilmelerini yani zorla asimile edilmeleri konusunda onlarca belge ile dolu. Bu belgelerdeki ifadelere bakılırsa, yönetim bu konuyu önceden öngörmüş.)
Evlad-ı Şüheda Vergisi
Mevcut yetimhaneler yetmediği için devlet, Elmadağ’daki Notre Dame de Sion, Yedikule’deki İtalyan Mektebi, Galata’daki Rus Manastırı, Kadıköy’deki Saint Joseph Mektebi gibi yabancılara ait binalara el koyarak yetimhaneye dönüştürüldü. Ancak İttihatçılar, işletme işini yüzlerine gözlerine bulaştırdılar ve yetimhaneler kısa sürede yolsuzluk ve yoksunluk yuvaları haline geldi. Mecliste eleştirilere cevap veren Maarif Nazırı’na göre güya 65 merkezde 16 bin çocuğa bakılıyordu ancak bu sayının doğru olduğu şüpheliydi.
Yetimhanelere gelir sağlamak için, 1915’de tütünden alınmak üzere ‘Evlad-ı Şüheda Vergisi’ konuldu, ayrıca çeşitli kurumların yetimhanelere kaynak aktarması kararlaştırıldı. Dâr’ül-Eytâm’a destek olmak üzere Hilal-Ahmer Cemiyeti, Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) ve Kadınları Çalıştırma Cemiyeti İslamiyesi gibi kuruluşlar harekete geçirildi.
Kadınları Çalıştırma Cemiyeti
Harp dolayısıyla erkeksiz kalan Müslüman kadınları çalışma yaşamına alıştırmak amacıyla 1916’da Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın idaresinde kurulan Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Hayriyesi’nin ilk yönetim kurulu, Harbiye Nezareti’nin yüksek rütbeli subaylarından yedi kişilik bir erkekler grubuydu. Yönetim güya kadınlara devredilecekti ancak sonuna kadar erkekler tarafından yönetildi. Cemiyetin en ilginç işlevi, dul üyelerini evlendirmek, en faydalı işi Ermeni Tehciri yüzünden ortada kalan 750 Ermeni çocuğun bakımını üstlenmek oldu. Ancak, 1.800 çocuğun daha geldiği haberleri çıkınca, cemiyet müdürü İsmail Hakkı Bey’in aklına dâhiyane (!) bir fikir geldi ve Dahiliye Nezareti’ne bu çocukların ülkenin değişik bölgelerindeki ticarethanelere, sanayi işletmelerine, çiftliklere, evlere işçi, hizmetli veya besleme olarak gönderilmesini teklif etti. Amaç güya çocukların kendi ekmeklerini kazanarak devlete veya yanlarına verildikleri ailelere yük olmamasıydı. Küçücük yaşlarında büyük trajedilerin kahramanı olmuş olan bu yavrucakların bir de boğaz tokluğuna işçi veya hizmetçi olarak çalıştırılmaları teklifi tahmin edileceği gibi, Dahiliye Nezareti tarafından pek beğenildi ve hemen uygulamaya konuldu. Öyle ki, Enver Paşa’nın Küçükçekmece’deki çiftliğine bile 50 kadar yetim yollanmıştı. Yabancı misyonların gözü önünde olduğu için tehcirden kurtulan Ermeni cemaati bu uygulamaları kıyasıya eleştiriyor, İttihatçıların ‘devşirme’ sistemi ile Türkleştirme politikalarına devam ettiğini söylüyordu.
Mondros Mütarekesi sonrası
2/3 Kasım 1918’de Enver, Talat ve Cemal paşaların Almanya’ya kaçmasının ardından İstanbul’un yönetimini ele alan İtilaf Devletleri’nin ilk işlerinden biri yetimler konusu oldu. Özellikle Amerikalı görevliler, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti tarafından ülkenin dört bir yanına ucuz emek gücü veya hizmetçi olarak dağıtılmış bulunan çocukların listelerini incelemeye aldı ve ‘Müslüman’ olarak etiketlenerek Müslüman-Türk ailelerine dağıtılmış çocukları tespit etmeye başladı. İmparatorluğun dört bir yanından İstanbul’a kimsesiz çocuk akarken, her iki taraf da, çocukların kendilerine ait olduğunu ileri sürüyordu. Çocukların konuştukları dil veya isimleri açıklayıcı değildi çünkü küçük yaşlarda ailelerinden ayrılmak zorunda kalan çocuklar ana dillerini unutmuş oluyorlar, isimleri de zaten kimliklerini gizlemek için başkaları tarafından konmuş oluyordu. Bazı çocuklar ise kökenlerini bildikleri halde, geçmiş tecrübelerden dolayı, tedbir olarak sessiz kalmayı tercih ediyorlardı. Yaşı biraz büyük olan erkeklerin sünnetli olup olmadıklarından kalkarak teşhis yapmak bir ölçüde mümkündü ama kızlarda ve yaşı çok küçük olanlarda bu yöntem işe yaramıyordu.
Bitarâfhane’nin oluşturulması
1919 yılı Nisan ayında, İtilaf Devletleri çeşitli yerlere dağıtılmış kimsesiz çocukların bulundukları yerlerden alınarak İstanbul’da İngiliz işgal kuvvetlerinin gözetimi altında oluşturulacak tarafsız bir merkezde toplanmasını kararlaştırdı. Edirne, Bursa, Konya ve Kırklareli’de birer yetimhane bırakılıp diğerlerinin çocukları İstanbul’a nakledilmeye başladı. Bu merkezde toplanan çocuklardan Türk olan çocuklar Osmanlı Emniyet Müdürlüğüne, Ermeni çocuklar ise Ermeni Patrikhanesi’ne teslim edileceklerdi. Bu amaçla Nişantaşı’nda bir ev kiralandı ve başına Amerikalı, Türk ve Ermeni kökenli üç kişilik bir heyet atandı. Halk arasında ‘Bitarâfhane’ adıyla anılan evde ayrıca, biri Müslüman biri Ermeni olmak üzere iki aşçı ile bir Ermeni hizmetçi ve bir Müslüman kapıcı görev yapıyordu. Mayıs ayı geldiğinde, İtilaf Kuvvetleri’nin polis teşkilatı söz konusu çocukları toplayıp İstanbul’a getirmeye başlamıştı bile. Ancak sorunlar da hemen boy gösterdi.
Kayseri’den gelen 360 kişilik ilk grup büyük bir tartışmaya neden olmadan etnik-dinsel tasnife tabi tutulup taraflara teslim edildi ancak yine Kayseri’den getirilen 220 çocukluk ikinci ‘parti’ sorunlara neden oldu. 26 Mayıs 1919 tarihli İkdam gazetesine göre Ermeni Patrikhanesi, çocukların tamamını ‘Bitarafhane’ ye değil, Beyoğlu’ndaki Ermeni Kilisesi’ne götürmüş ve çocukları zorla ‘tenassur’ ettirmiş, yani Hıristiyanlaştırmıştı. 5 Haziran 1919 tarihli İleri gazetesi de Patrikhane’nin çocukları Hıristiyan olmaya razı etmek için bisküvi verdiğini, buna rağmen din değiştirmeyen çocuklara alenen dayak atıldığını ileri sürüyordu. Gazeteye göre çocukların 42’sinin şiddetli dayağa rağmen Müslüman olduklarında ısrar etmişler ve Dar’ül-Eytam’a iade edilmişlerdi.
Kopan bağlar
Bu ağır suçlamalar üzerine Ermeni Patrikhanesi basına açıklama yapmak zorunda kaldı. Patrikhane, bu 220 çocuğun Beyoğlu’ndaki kiliseye getirildiğini inkâr etmiyor, ancak 108’inin Ermeni, 85’inin Müslüman olduğunu, 27’sinin kimliğinin tespit edilemediğini ve ‘Bitarafhane’ye teslim edildiğini, ayrıca ortada zorla Hıristiyanlaştırılma diye bir şeyin olmadığını söylüyordu. Patrikhane temsilcisine göre bu iddialar Emniyet Müdürü’nün işiydi. Bir hafta sonra İkdam gazetesine bu sefer Patrik Vekili Yervant Efendi çocukların Türk, Ermeni ve Amerikalı üç görevlinin huzurunda verdikleri bilgilere göre yerleştirildiğini ancak zaten Ermeni çocuklarının çok küçük yaşlarda evlatlık veya işçi olarak verilmeleri yüzünden Ermenice’yi unuttuklarını, dolayısıyla her Türkçe konuşan çocuğu Türk saymanın haksızlık olacağını belirtiyor, ‘bir polis şimdiye kadar bir Ermeni çocuğunu getirip bize teslim etmedi. Ele geçirdiklerimiz hep bizim bulduklarımız” diyerek, kendi çabaları olmasa Ermeni kimsesizlerine kavuşmalarının imkânsızlığına işaret ediyordu. Yervant Efendi röportajı “ben öyle zannediyorum ki bundan sonra Ermeni ve Türklerin beraber yaşaması biraz güç olacaktır. Çünkü iki unsurun birbirine karşı kuyruk acısı var ve bu acının giderilmesi kolay kolay mümkün değildir” diye bitirmişti.
Polis Müdürlüğü ise, Ermeni Patrikhanesi tarafından görevlendirilen Çakıryan Efendi’nin Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Hayriyesi’nde yetim çocukların kayıtlarını aldığını, üç ay geçmesine ve yapılan bütün teşebbüslere rağmen zamanında iade etmediğini belirtmişti. Çakıryan Efendi’nin defter kayıtları üzerinde tahrifatta bulunduğu ve Türk çocuklarını, Ermeni çocukları gibi göstermeye çalıştığı iddia ediliyordu. İtilaf Güçleri tarafından çocukları Ermeni sanılarak ellerinden alınan onlarca Türk ailesinin şikâyetleri de vardı.
Kuleli Askerî Mektebi yetimhane oluyor
İtilaf Güçleri Kuleli Askerî Mektebi’ne el koyarak Ermeni Yetimhanesi yaptılar. Uzun müzakerelerden sonra Beylerbeyi Eski Jandarma Mektebi ve Beylerbeyi Sarayı’nın bazı binaları Ermeni Yetimhanesi yapıldı ve okul boşaltıldı. İngiliz ve Fransızların desteğiyle 3 bin yetim Kıbrıs’a götürüldü. Amerikan yardım kuruluşu Near East Relief, 1921’den itibaren Güneydoğu Anadolu’daki Ermeni yetimlerini Suriye’ye sevk etmeye başladı. 1922’nin sonunda sayı 8 bin yetime ulaşmıştı.
Kaç Ermeni yetimi vardı?
1915 Tehciri ile ilgili arşiv belgelerinin büyük bir kısmı gizli tutulduğu için kaç Ermeni yetimi olduğu, bunların kaçının evlatlık verildiği bilinmiyor. Türk Tarih Kurumu’nun yayımladığı Ermeniler: Sürgün ve Göç adlı kitapta yer alan bir belge, 1921’de Ermeni Patrikhanesi tarafından hazırlanan ve İngilizce kopyası 26 Nisan 1921’de ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen rapor. Raporda 1921 itibariyle Müslümanların evlerinde ‘halen kurtarılamayan’ Ermeni yetimlerinin sayısının 63 bin olduğunu belirtiyor.
Çocuklara kıymayın efendiler!
Sayı belli değil ama binlerce çocuğun, sorumsuz ve vicdansız insanlar tarafından Türk mü Ermeni mi diye incelendiği, sorgulandığı, oradan oraya savrulduğu, aileden aileye geçtiği, dayak yediği, hakarete uğradığı, yalan söylemeye zorlandığı ortada. Bu çocukların çoğu hayatlarını kaybetti. 1914-1918 arasında sadece İstanbul’da 25 bine yakın yetim çocuk öldü. Cumhuriyet döneminde ülkedeki yetimhanelerde hala etnik ve dinsel kimliği netleşmemiş on binlerce çocuk vardı. Bu çocukların çoğu gerçek ailelerine kavuşamadan bu dünyadan göçtüler. Bunlardan ikisinin yürek paralayan gerçek hikâyesini, Fethiye Çetin Anneannem (Metis 2008, 8. Baskı), İrfan Palalı ise Tehcir Çocukları: Nenem Bir Ermeniymiş (Su Yayınları 2008) adıyla kitaplaştırdı. Okumanızı tavsiye ederim.
Kaynakça: Yavuz Selim Karakışla, “Savaş Yetimleri ve Kimsesiz Çocuklar: Ermeni mi, Türk mü?”, Toplumsal Tarih, Eylül 1999, sayı:69, s.46-49; Bülent Bakar, “Mondros Mütarekesi’nden Sonra Yaşanan Önemli Bir Problem: Türk ve Ermeni Yetimleri Sorunu”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.62, c.XXI, Temmuz 2005, s.569-588; İbrahim Ethem Atnur, Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi, Babil Yayıncılık, 2005; Elçin Macar, “Ortadoğu Yardım Örgütü”, Toplumsal Tarih, S. 120, Aralık 2003, s. 80-85.
Ayşe Hür
|
|
Kimden: metin 78.183.234.*** |
28.04.2009 01:58:12 |
Cevap: İttihat ve Terakki’nin Çocuk Askerleri |
ilk önce bu konuyu ele alan ayşe hüre ve bu konuyu buraya taşıyan arkadaşa teşekkür ederim.
işte bu haksızlığa baş kaldırıyoruz, düşünebiliyormusnuz bir çoçuk newrozu katıldığı için,ve taş attığı için 43 sene hapse mahkum oluyor ve bunları caydırmak adana valisi eğer çoçuklar taş atmaya devam ailerin yeşil kartları iptal etcez.
ne güzel, sistemli olark fakir bırakın ve bunu kullanarak tehdit ettin ve bende bu adaletten, adalet bekleyecem.
yazıklar olsun diyorum, bu ülkede 10 milyar doları hortumlayan bütün süllalesinin zimmetini geçiren süleyman demirelin yeğeni yahya demirel paşalar gibi özgürce yaşamakta.
kıbrısta askerlik yaptım , daha ilk çarşıda dikkatimi çeken, btün alt yapı,yol, üst geçitleri hepsi t.c tarafından yapılmıştır tabela yazıları bulunmaktadır.
keza azerbaycan, kazakistan , kırgızıstan onun türk cumhritleri bulunan ülkelerde t.c tarafında oralara hastane yol okul yapmakta, kmin parasıyla benim, başkalrının verdiği vegilerle, haram zıkkım olsun, benim doğuda güney anadolu bölgesini aç bırak, gitttiğin allahın ülkerine yardım et, zaten cavapları hazır efendim orda terör var o yüzden devletin olanaklarını, doktorlarımı , öğretmeni gönderemiyoruz.
peki ben sorrım size yokken neden olanıklarınız seferber etmedizniz, yaparmısnız orayı kurtarılmış bölge olarak görmektesiniz ve oraların eninde sonunda gideceği ve bu yüzden oraları yatırım yapmayalım mantığı vardır.
anlacağınız biz bu ülkenin üvey evlat çoçukları gibi görmekteler ve böyle düşünen zihniteinin çarkını kırmak için yeminler ettik..........
|
|
Kimden: Teali Cemiyeti 99.100.229.*** |
29.04.2009 17:34:55 |
Cevap: Yeni Bir Başlangıç Ümidi |
Yeni bir başlangıç ümidi: Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti
SAVAŞ SONRASI
Ayşe Hur
11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İstanbul Ermenileri toplu halde yurtdışına göç etmeye başlamışlardı ancak Patriklik Makamı yeni durumla ilgili ne yapacağını henüz kararlaştıramamıştı. Ermenilerin başlarına gelenleri eski dönemin hatası olarak görmeye eğilimli olan Patrik Zaven, Ankara hükümetinin İstanbul’daki temsilcisi Refet (Bele) Paşa’ya ‘hoş geldin’ ziyaretine gitmiş ve Ermenilerin yeni idareye sadık olduklarını bildirerek tebriklerini sunmuştu. 27 Ekim 1922 tarihli Joğovurti Tsaynı gazetesinde, Tavit Der Movsesyan öncülüğünde, amacı milliyetçi Türklerle Ermeniler arasında samimi ilişkiler tesis etmek olan bir oluşumdan bahsediliyor, bu oluşum için Dâhiliye Nezareti’nden de gerekli iznin alındığını belirtiliyordu. Ancak 29 kasımda Anadolu Telgraf Ajansı’ndan gönderilen bir haber, Ermenileri zor durumda bıraktı. Habere göre bazı Ermeniler ileri gelen Kemalistlerden birkaçını öldürtmek amacıyla İngiliz ve İtalyan kimlikleriyle gizlice İstanbul’a gelmişlerdi.
YENİ BİR DÖNEM .
Patrik Zaven aynı gün Refet Paşa’dan randevu alarak, haberin asılsız olduğunu söyleyip tekzibini istedi. Haberin uydurma olduğunu Ankara biliyor olmalıydı çünkü ertesi gün gazetelerde hükümetin tekzibi yayınlandı. Ancak tekzibi güçlendirecek bir açıklama yapılmadığı için, olumsuz hava devam etti. Nitekim 2 Aralık 1922’de Refet Paşa Osmanlı Bankası memurlarından Berç Keresteciyan’ı yanına çağırarak,“Türk Ermeni ilişkileri ve iki unsur arasında dostluğun gerçekleşmesi için Patriğin istifası gerek” demiş ayrıca seçilecek Patrik kaymakamı vasıtasıyla yurtdışında bulunan Boğos Nubar Paşa başkanlığındaki Temsilci Heyet’in ilgasını istemişti. Durumun nezaketini idrak eden Patrik Zaven, 9 Aralık 1922’de İstanbul’dan ayrılarak, cemaatin yeni bir başlangıç yapması için fırsat yarattı. Bu hafta, bu ‘yeni başlangıç’ fırsatının nasıl heba edildiğinin hikâyesini anlatacağım. Umarım, bu hikayeden gerekli kıssaları çıkararak, her 24 Nisan’da ABD Başkanı soykırım diyecek mi demeyecek mi sıkıntısını yaşamamak için, geçmişteki hataları yinelemeyiz ve Ermenistan’la ve diaspora ile yeni bir başlangıç yapabiliriz.
***
24 Aralık’ta Pera-Asmalı Mescit’teki Diana Oteli’nde toplanan 40 kadar kişi, tarihî bir adım atmışlardı. Toplantıda, 28 Eylül 1919’da kurulmuş olan Garabetyan Mezunlar Cemiyeti, ‘Ermeni-Türk Teâli Cemiyeti’ne dönüştürülmüştü. İlk cemiyetin kurucuları Garabetyan Sultanisi’nin Müdürü Bedros Zeki Karabetyan ile okulun mezunlarından Ömer Aziz ve Eczacı Nubar Tozan beylerdi. Üyeler arasında, Osmanlı Bankası müdürlerinden Berç Keresteciyan, Türkçe, Farsça ve Arapça çalışmaları ile dikkati çekmiş Prof. İstepan Gurdikyan, Mutasarrıf Mihran Boyacıyan, Doktor Garabet Yağubyan, Darülfünun hocası Istepan Karayan, Eczacı Armenak Çubukçuyan, Tüccar A. Acemyan, Doktor Şınork Berberyan, Pera Genel Savcı Yardımcısı Kevork Fıtin (Fatin) ile Suriye Mali Müfettişi Mesut Bey, Eczacı Feyzullah Vasi, Doktor Cemal Bey, Doktor Mehmet Cemil Bey, Doktor Burhan Bey, Doktor Rüştü Bey, Son Osmanlı Vak’anüvisi ve Devlet Adamı Abdurrahman Şeref Bey, Yazar Mustafa Reşit Bey, Vilayet Müfettişi Cemal Bey, Aksaray Menbail İrfan Okulu Müdürü Nuri Bey ve Niğde Mebusu Haşim Bey vardı.
Üyelerden Abdurrahman Şeref Bey çeşitli okullarda öğretmenlik, yöneticilik, Ayan Meclisi üyeliği, Maarif ve Evkaf Nazırlığı, 1922’ye kadar Osmanlı Devleti’nin son resmî vak’anüvistliğini, Cumhuriyet’ten sonra ise milletvekilliği yapmıştı. Berç Keresteciyan, değerli Araştırmacı Kevork Pamukciyan’a göre, 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile Samsun’a hareket edecek olan Mustafa Kemal’in gemisinin İngilizler tarafından Karadeniz’de torpilleneceğini avukat Saadeddin Ferid (Talay) Bey vasıtasıyla Mustafa Kemal’e bildiren kişiydi. Berç Keresteciyan, Mustafa Kemal’in isteği ile 21 Haziran 1934’te çıkan Soyadı Kanunu ile ‘Türker’ soyadını aldı. Mihran Boyacıyan, Shakespeare’in Romeo ve Juliyet, Yanlışlıklar Komedyası, Verona’nın İki Asilzadesi ve Otello adlı eserlerini Türkçeye kazandırmıştı. Boyacıyar, gazete yazılarıyla 1912-1913 Balkan Savaşı sırasında Yunanistan tarafından işgal edilen Meis Adası ile ilgili Türk tezlerine güçlü destek vermişti.
Cemiyetin ilk eylemi Lozan Barış Konferansı’ndaki Türk delegasyonu başkanı İsmet Bey’e bir tebrik telgrafı çekmek oldu. Ancak Türk gazetesi Tevhid-i Efkar bu habere “Üç yıldan beri Ermenilerin aklı nerdeydi acaba? Ermenilerin yaptıklarını unuttuk mu sanıyorlar yoksa?” diye cevap verdi. Gazete, Ermenilerin içtenliğine inanmadığını, eski (yaşlı) Ermenilerin amacının genç Ermenilerin yaptıklarını unutturarak, Türklerin zaferinden sonra onların yüzüne gülmek olduğunu vurgulayıp, tek bir Türk’ün ve İslam’ın buna kanmayacağını söylüyordu. Yani, cemiyet üyeleri daha ilk adımlarında, sürekli bir samimiyet testine tabi tutulacakları konusunda uyarılmışlardı.
Bitmeyen samimiyet testi
Benzer bir tepkiyi 28 Aralık 1922 tarihli Akşam gazetesi gösterdi. “Lozan’da Ermeni Ocağı, burada Dostluk Ocağı” başlıklı yazıda, Ermenilerin ‘dostluğumuzu bozmak isteyen insan Patrik de olsa kurban ederiz’ şeklindeki söylemlerinin inandırıcı olmadığı, eğer Ermeniler samimi iseler, Lozan’daki temsilcileri Noradunkyan ve arkadaşları ile mücadele etmeleri gerektiği belirtiliyordu.
Nizamnamesi Ankara tarafından şubat ayında onaylanan Cemiyet, nisan ayında, Mustafa Kemal’e bir telgraf göndererek ziyaretine gelmek istediklerini belirtti. Mustafa Kemal, 3 Mayıs 1923 tarihli şifre telgrafla İstanbul’da bulunan Adnan Adıvar’dan cemiyetin amacı, cemiyeti kuranların kimlikleri konusunda araştırma yapıp kendisine bildirmesini istedi, ancak Adnan Adıvar’ın, heyetin Mustafa Kemal’i ziyaretinde bir mahsur olmadığını belirtmesine rağmen 14 mayısta, yoğun çalışmaları nedeniyle heyetle görüşemeyeceğini bildirdi. Böylece, Ankara’nın İstanbul’daki Ermeni cemaatinin ilişkileri geliştirme çabalarına destek vermeyeceği anlaşılmış oluyordu.
Çay partisi
Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti’nin basına yansıyan etkinliklerinden biri 21 Temmuz 1923 Cumartesi günü İstanbul mebusları şerefine verdiği çay partisi oldu. Tokatlıyan Hanı’nda yapılan partiye aralarında Türk Ocağı Başkanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey ve Ocağın İdare Heyeti’nden Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey, Aziz Sadi Bey, Nureddin Bey gibi yeni rejimin ağır toplarının olduğu bir Türk heyeti katıldı. İlk konuşmayı yapan Hukukçu İstepan Karayan, Türklerle Ermeniler arasında 600 yıldan beri süregelen ilişkilere değinmiş, son otuz yılda yaşananların ise Türkler ve Ermeniler değil, dış güçlerin eseri olduğunu belirtmişti. Karayan, Türk ordusu ve milleti için iyi dileklerde bulunduktan sonra, Türk mebuslardan Ermenilerin durumunu da dikkate almalarını ve birkaç kişinin yaptığı hatayı tüm bir millete yüklememelerini rica etmişti. Karayan’dan sonra söz alan Hamdullah Suphi Bey, Karayan’ın tüm Ermenilerin sözcüsü olmaya hakkı olmadığını belirtikten sonra “... Anadolu’nun her bir tarafında Ermeni damgası vardır. Her millette olduğu gibi Türkler de tek basına yaşayamazlar. Dolayısıyla bu topraklar üstünde tekrar birlikte yaşayacağız. Geçmiş unutulamaz, ancak emin olun biz beraber yaşayacağız, yeni ve güzel günler içinde geçmişi unutacağız...” demişti. Daha sonra söz alan Ruşen Eşref ise şöyle demişti: “Lozan’da ve Tiflis’te Ermenileri kurtardığımız bana söylendi, ancak bu genelin inancı değil. Türklerin sizi koruduğu, sizin onlarla beraber yaşadığınız, Ermenilerin Türkleri geliştirdiği, Türklerin de Ermenilere para kazandırdığı doğrudur. Bugün Türkiye’deki binaların çoğu Ermeniler tarafından inşa edilmiştir, Türkler bunun için sizi kıskanmadılar, ancak sizin yazarlarınız yazdıklarıyla eski olayları tazelediler, aramıza kin ve nefret tohumları ektiler. Eğer onlar yabancıların etkisinde iseler onlara söyleyin, sizin zor günlerinizde dostunuz yine Türklerdir. Yazarlarınız daima sevgi ve kardeşlik aşılayan yazılar yazmalıdırlar. Simdi yeniden yalnız ve birlikteyiz ve gelecekte de birlikte olacağımız açıktır. Geçmişin üzücü olaylarını yok etmek mümkün değildir. Cemiyet üzücü olayların etkilerini yok etmede en yararlı etken olacaktır. Bu sebeple Cemiyete başarı diliyoruz.”
Toplantı, “Yaşasın Türk milleti, yaşasın Mustafa Kemal Paşa” nidaları ve alkışlar arasında kapanmıştı.
23 Temmuz 1923’de, Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti üyelerinden Istepan Gurdikyan, Mustafa Reşit ve Dr. Burhaneddin beyler bayram tebriki için gittikleri vilayette samimi bir kabul göirmüşler, Ertesi gün cemiyetin bir temsilci heyeti Dolmabahçe Sarayı’nda Halife Abdülmecit Efendi’yi ziyaret etmiş, gerek bayram, gerekse Lozan’da imzalanan barış anlaşması vesilesiyle Mustafa Kemal’e ve Refet Paşa’ya birer tebrik telgrafı çekmişti. Mustafa Kemal’in kısa cevabi telgrafından sonra uzun süre cemiyetten ses çıkmadı.
Rehine psikolojisi
Temmuz 1924’te, Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti’nin Lozan Barış Antlaşması uyarınca, yurt dışındaki Ermenilerin ülkeye dönüşünü sağlamak için Ankara Hükümeti’ne bir başvuru yaptığı haberleri Adana’daki yerel gazeteler tarafından sert şekilde eleştirildi. Ağustos’ta gazetelerde, Cemiyet’ten Ömer Aziz Bey’in Türkiye Ermenileri adına İsmet Paşa’ya bir dilekçe sunduğuna dair haberler çıktı. Habere göre Ermenilerin dinî, sosyal ve cemaat örgütleri bir anlaşmaya vararak Lozan Anlaşması’nın azınlıklara tanıdığı hakları reddetmeye ve bundan böyle Türklüğü kabul için atılımlar atmaya karar vermişlerdi. Bu haberleri fırsat bilen Tevhid-i Efkar gazetesi bir muhabirini Patrikhane’ye göndererek Ermenilerin sadakatini sorgulamaya kalkıştı. Gazeteye göre eğer Ermeniler sadakatlerini ispat etmek istiyorlarsa ‘Ermeniler Türk Oğlu Türk’üz’ demeliydiler. Patrikhane Maslahatgüzarının baskılara dayanamayıp “Ermeniler Türk Oğlu Türk’tür” demesi ise gazetenin muhabiri tarafından “Efendi beş yıl önce neredeydiniz?” diye alaya alınacaktı.
Eylül ayında Ermeni Teali Cemiyeti ‘bitmeyen samimiyet testi’ kapsamında İstanbul gazetelerine “Türkiye’nin saygın Ermenileri ve her tabakadan Ermeniyi temsil eden Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti’nin Açıklaması” başlıklı bir bülten gönderdiler. Bültende “Türkiye Ermenileri kendi haklarının korunması için Fransız Senatosu’nda Mr. Leig ve M. Philip’in konuşmalarını bıkkınlıkla okudular. Bu saygıdeğer kişiler Türkiye Ermenilerinin haklarını korumaya kalkarak ne yapmak istiyorlar? Her zaman zararla sonuçlanan yabancı müdahaleler sebebiyle namusları dışında her şeylerini kaybeden Ermenilere dayanarak kendi menfaatlerini mi korumaya çalışıyorlar acaba? Hayır Beyler! Sizin aracılığınıza ihtiyacımız yok. Biz Türkiye’de ve Türkiye Cumhuriyeti’nin görkemli bayrağı altında yasamaktan gurur duyuyoruz. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İdaresi gibi Ermenileri üvey evlat saymayacaktır. Dünyaya örnek olacak bir adaletle bize gerçek evlatları gibi muamele etmektedir. Cumhuriyet hükümetimiz bundan sonra yabancıların içişlerimize müdahale etmesine izin vermeyecektir. Türkiye Ermenilerinin, bütün tebaalarına eşit haklar bahseden Türkiye Cumhuriyeti’nden hiçbir şikâyeti yoktur. Bizi rahat bırakmanızı rica ediyoruz...” deniliyordu. Metnin satır aralarında, Türkiye Ermenilerinin içinde bulundukları rehine psikolojisini gözlemlemek mümkündü. Ancak Vatan gazetesi bu biat belgesini de yeterli görmeyecek, bültenin altında sadece Mustafa Reşit Bey’in imzasınınbulunmasını “Eğer bu cemiyet tüm Ermenileri temsil ediyorsa, acaba Ermeniler adına imza atacak tek bir Ermeni yok mu?” diye eleştirecekti.
Kasım ayında Son Haber gazetesinde, Ermeni intikamcıların Adana’ya zehirli şeker yolladığı, İstanbul’u yakacakları, Türk köylerinin talan edildiği, Kilikya Katalikosu’nun silahlı grupları örgütlediği, bir suikast timinin Ankara’ya gittiği gibi dedikoduların ortaya atılması, Ermeni cemaatini çok tedirgin etmişti. İstanbul Vali Vekili Hüsnü Bey haberleri kesin bir dille yalanladı ancak kuşkuları gideremedi.
Cemaat bölünüyor
28 Ocak 1925 tarihli Son Telgraf gazetesi son günlerde Ermeni Patrikhanesi ile Türk-Ermeni Teâli Cemiyet’i arasında bir gerginlikten söz ediliyordu. Habere göre Patrikhane, Cemiyete daha önce maddi yardımda bulunmuş, ancak bu Cemiyetin Ermenilere herhangi bir fayda sağlamadığını görünce yardımları kesme kararı almıştı. Bu sorun Cemiyetin üyeleri arasında pek çok tartışmaya sebep olmuş, hatta bazı üyeler istifa kararı almışlardı. Patrik Vekili Episkopos Simpat (Kazazyan) da Patrikhane ile ‘adı geçen Cemiyet’ arasında bir ilişki bulunmadığını, Cemiyet üyelerinin kendi kendilerini temsil etmekten başka herhangi bir işi olmadığını beyan etmişti.
Anlaşılan verilen tüm tavizlere karşı Türk tarafının bir türlü tatmin olmaması, habire daha fazlasını istemesi, Ermeni Patrikhanesi’nin cemaatinin gururunu incitmiş, fatura, iki toplum arasındaki ilişkileri düzeltme hayali ile yola çıkan bir avuç iyimsere kesilmişti. Son Telgraf iyimserliğe yer olmadığını şu satırlarla gösteriyordu: “Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti’ni kuranlar ve özellikle onların yanında bulunan Türk gençleri yaptıklarından habersizdirler. Ne diyelim, Allah yoldan çıkmışları hizaya getirsin, iş temelinden çürük. Cemiyetlerle, toplantılarla Ermeniler ile Türkleri birbirine yaklaştırmaya çalışanları şaşırmış insanlar olarak niteliyoruz ve bizim sözlerimizin doğruluğu konusunda ısrarlıyız.” Avedis gazetesi Son Telgraf’ın sözlerine şöyle cevap vermişti: “Son Telgraf’ın bu satırlarından anlaşılmaktadır ki bu sözler sadece Türk Ermeni Cemiyetine değil Ermeni ve Türk dostluğunadır. Eğer bir Ermeni gazetesi bu sözleri yazsaydı, kim bilir Son Telgraf ne tarzda cevap verecekti?”
Ağustos ayında Ermenilerin Lozan Barış Antlaşması ile kendilerine tanınan azınlık haklarından vazgeçip, yeni Medeni Kanun’a tabi olmak istediklerini bildirmek için Ankara’ya bir heyet gönderme kararı aldıkları haberleri çıktı. Bir de imza kampanyası açılmıştı. Kısa sürede 900 imza toplanmıştı. Ancak heyet nedense bir türlü Ankara’ya gidemiyordu. Eylül ayında, Millet gazetesinde eğer Ermeniler azınlık haklarından vazgeçeceklerse “... O zaman Türkiye’de bir Ermeni Patriğine de gerek yok. O zaman Ermeniler her şeyden önce Patriklerine yol vermelidirler. İkincisi de cemaat okullarını kapatmalılar, üçüncüsü dini işlerini Diyanet İşleri’ne devretmelidirler. Aksi takdirde, Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti var olamaz. Teâli Türklere ve devlete aittir” şeklinde bir haber çıktı.
Bu atmosfer içinde, 1926 yılının mart ayında Patrikhane’de ‘feragat mazbatası’ için imza toplanmaya başladı. Bu arada Ermeni Cismani Meclisi’nin feragat olayına karşı olduğu haberleri etrafta dolaşıyordu. (Cismani Meclis, Ermeni cemaatinin sivil üyelerinden oluşuyordu) Sonunda Ankara’ya altı yüzden fazla imza ile gitmeyi başaran Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti temsilcisi Dr. Garabet Yağubyan, 13 Nisan 1926 tarihinde Marmara Gazetesi’ne gönderdiği telgrafta “Gerçekleştirdiğimiz imza kampanyası Cumhuriyet Hükümeti tarafından memnuniyetle karşılandı. Olağanüstü bir kabul gördük. İçişleri Bakanlığı Ermenilerin şimdilik Bursa, Yalova ve Yakacık, Alemdağ gibi kaplıcaların bulunduğu yerlere serbestçe yolculuk edebilmesi için vilayete gereken emirleri verdi. Ermenilerin elde ettiği bu haktan Rumlar ve Yahudiler de yararlanabilecektir. Ayrıca Ermenilerin iyi niyetlerini göstermeye devam ettikleri sürece daha pek çok izinlere mazhar olacağına söz vermişlerdir” diyordu. Cemiyetin çabalarını küçümseyenlere daha önce Ermenilerin Bostancı’ya kadar bile seyahat etme izni olmadığını hatırlatan Dr. Yağubyan, en büyük dileklerinin ‘bir Türk gibi Türk olmak’, diğerinin ise basında artık ‘hain Ermeni’ ifadesinin kullanılmamasını sağlamak olduğunu eklemişti.
Ve kaçınılmaz son
Ancak, Dr. Yağubyan’ın hayalleri gerçekleşmedi. 1926 yılının sonlarında gazetelerde Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti İdare Kurulu’nun istifa ettiği haberleri çıktı. İstifa sebebi olarak, Cemiyet içinde bulunan bir takım insanların Cemiyetin oluşum fikrine karşı oluşları gösteriliyordu. 29 Mart 1927 tarihli Aztarar gazetesinde, Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti tarafından gönderilmiş bir yazı çıktı. Yazıda Patriklik Kaymakamı Başpiskopos Arslanyan’ın ve bazı eski Cemiyet üyelerinin Cemiyete son vermek istedikleri, bu amaçla faaliyette bulundukları dile getirildikten sonra, Cemiyet üyelerinden bu insanlara kanmamaları istenmekteydi. Ancak, 1927 yılının ortalarından sonra Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti’nin faaliyetlerine ilişkin haberlere artık rastlanmadı. Anlaşılan, bir avuç iyi niyetli insan, hem kendi cemaatleri tarafından hem de hükümet ve basın tarafından en sonunda pes ettirilmişti.
Kaynakça: Silvart Malhasyan, “İstanbul`da 1922 yılında kurulan Türk-Ermeni Teâli Cemiyeti ve Faaliyetleri” İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde 2005 yılında kabul edilen yüksek lisans tezi (M. Boyacıyan, İ. Gürdikyan ve G. Yağubyan’ın fotoğrafları bu tezden alınmıştır); Kürşat Cengiz, “Türk-Ermeni Teali (Dostluk) Cemiyeti”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Cilt XIII. Sayı: 77-78, s. 17-20; Mim Kemal Öke, Ermeni Sorunu 1914-1923, TTK Yayınları, Ankara 1991.
Ayşe Hür
|
|
Kimden: Bunyamin 77.251.185.*** |
13.11.2009 16:52:37 |
Cevap: İttihat ve Terakki’nin Çocuk Askerleri |
Ey talat pasa bunca zaman sonra kendini buyuttunmu. Yoksa senimi kuculttuler kucultugun ermeniler. Allahin seni nerde ne zaman bulacagini kimse bilmez. Berlinde......
|
|
|
|
|