RADİKAL Gazetesi
Baskın Hoca dan Dersler I Sorular/Cevaplar
Üniter Devlet ve Ulus Devlet
Siyaset bilimci Prof. Dr. Baskın Oran, Kürt açılımına karşı çıkanların dilinden düşürmediği üniter devlet ve ulus devlet i anlatıyor
BAŞLARKEN
Kürt sorunu tartışmalarında acayip (ama, düşününce, bizde çok normal) bir kargaşa var. Çözüme direnenlerin dilinden iki terim düşmüyor: ‘Üniter Devlet’ ve ‘Ulus-devlet’. Bunlara ‘kırmızı çizgi’ deyip işin içinden çıkıyorlar, rahatlıyorlar. Üstelik, bunlara da Fransa’yı örnek gösteriyorlar.
Acayip dediğim noktalar:
1) Bu iki farklı devlet türünü aynı anlamda kullanıyorlar: Farklılıkları engelleyen, bastıran, ezen, ezmesi de gereken devlet anlamında. Oysa bunların anlamları tamamen farklı.
2) Fransa, onların aklında kalmış tarihî Fransa’yla artık bugün tamamen ilgisiz bir devlet.
Örnek verdikleri ülkenin şu andaki niteliklerini bir bilseler, kendi ağızlarına biber sürerler. Bu dizinin amacı, işte bu iki hususu tarihsel süreç içinde anlatmak. Konuşabilmek için, bahsettiğimiz şeyin ne olduğunu bilmek lazım. B.O.
Türkiye’de birileri hep aynı şeymiş gibi sunmaya çalışıyorlar ama, Üniter Devlet ile Ulus-devlet çok farklı kavramlar. İkisi de birer devlet türü, ama fil ile balina da birer memeli türü ona bakarsanız.
Üniter Devlet başka...
Üniter Devlet’in anlamı basit: Federal olmayan devlet türü. Yani, anayasal olarak egemenliği federe devletlerle (eyaletlerle) paylaşmayan merkezî bir otorite. Merkezde yaptığı yasaları ülkenin her köşesinde uyguluyor.
Uyguluyor ama, artık 1930’lar geride kaldı. Üniter Devlet çağdaş dünyada dediğim dedik çaldığım düdük türünden bir tutum izliyorsa (Türkiye gibi), ‘milletin bölünmez birlik ve beraberliği’ni perişan edebiliyor. Onun içindir ki, ülkenin farklı köşeleri farklı kurallar talep ediyorsa, bu birliği bozmamak için, yine merkezde yasalar yaparak bu farklılıkları tanıyor. Böylece, vatandaşların ‘zorunlu’ değil ‘gönüllü’ yapılması sayesinde varlığını güvenle devam ettiriyor.
Mesela ‘İngiltere’ diye andığımız ülke basbayağı bir Üniter Devlet ama, başkent Londra dışında İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’nın kendi kuralları, hatta parlamentoları ve hükümetleri var. Londra bunu onlara tanımış.
Demokratik Üniter Devlet’e bir diğer örnek, aşağıda uzun uzun anlatacağım bugünkü Fransa. Üniter Devlet’in mabedi kabul edilen bu ülkenin anayasası (madde 72) Fransız topraklarında çok çeşitli etnik, dinsel, vs. kültürlerin yaşadığını kabul ediyor ve bunların kendi özelliklerine göre nasıl yerinden yönetileceğini anlatıyor.
Bir diğer örnek, İspanya. Yine federal olmayan bu ülkenin anayasasının 2. maddesi “Bu anayasa, İspanyol Milleti’ni oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerkliğini ve bunların arasındaki dayanışmayı tanır ve garanti eder” diyor. Bu, maddenin ikinci kısmı. Birinci kısmını merak ediyorsanız: “Bu anayasa; İspanyol Milleti’nin dağılmaz birliği, bütün İspanyolların ortak ve bölünmez ülkesi üzerine bina edilmiştir”.
Diğer yandan, federasyonun da matah olduğu sanılmasın. SSCB bir federasyondu ama çok merkeziyetçiydi, demokratik değildi. Ve biliyorsunuz, bu yüzden helva gibi dağıldı gitti.
Sanırım açıklığa kavuşmuştur: Üniter Devlet türü, demokrasiye engel değil. Ama, sağlam biçimde devam edebilmesi için, ülkenin bazı yerlerinde farklı bünyelerin (alt-kimliklerin) mevcudiyetini kabul eden zihniyette bir başkent tarafından yönetilmesi lazım. Yani, gerektiğinde yerel yönetimlere gerekli yetkilerin tanınması lazım. Aksi halde Üniter Devlet tamamen anti-demokratik olur çıkar. Bugünün dünyasında da anti- demokratik bir devletin devam edebilmesi mümkün değil. Dağılır gider.
Maalesef, bizde bazılarının “Üniter Devlet kırmızı çizgidir” dedikleri zaman kafalarındaki model, bu farklılıkları inkâr eden anti-demokratik Üniter Devlet türü. 1930’larde kalmış Üniter Devlet.
Ulus-devlet bambaşka
Ulus-devlet ise bizde bazıları tarafından, 12 Eylül faşizminin yaptığı 1982 Anayasası’nın “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” hükmünü gerçekleştirecek devlet türü diye düşünülüyor. Dahası, bu hükmü zor kullanarak gerçekleştirmek var zihinlerde.
Oysa, Azınlık Raporu’nda (Ekim 2004) açık açık anlattık:
“‘Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü’ son derece doğal ve tüm dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur. Fakat ‘milletin bölünmez bütünlüğü’ kavramı, bizlere doğal gibi gelivermekle birlikte, bir Batılıya son derece terstir. Çünkü bu terimi kullanmak milletin tek parça (monolitik) olduğunu söylemektir ki, milleti oluşturan çeşitli alt-kimliklerin inkârı anlamına gelir ve dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır.”
Sonuçta, Fransa’da 1950’lerin başına kadar görülen Ulus-devlet uygulaması ile Türkiye’nin bugüne kadarki uygulamasından çıkan tek bir Ulus-devlet tanımı var:
Ulus’unu TEK KİMLİKLİ kabul eden ve bunu gerçekleştirmek için duruma göre ASİMİLASYON (eritme) ve/veya ETNİK/DİNSEL TEMİZLİK uygulayan devlet türü.
Yani, rahatça demokratik olabilen Üniter Devlet’in aksine Ulus-devlet, alt-kimlikleri inkar etmek suretiyle demokrasiye rahatça engel olabilen bir devlet türü. Hatta, ayrıntı istiyorsanız, iki tür Ulus-devlet var. Her ikisi de gerçek demokrasiye engel, ama ikinci türü ‘demokrasi’ kelimesiyle aynı cümlede bir araya gelemeyecek kadar engel:
İki tip Ulus-devlet
Birinci tür, Fransa tipi: Belli bir etnik gruba değil, belli bir kültürel yapıya asimile olunmasını ister. (Çünkü, aynen İspanya’da ‘İspanyol’ diye bir etnik grup olmadığı gibi, Fransa’da da ‘Fransız’ diye bir etnik grup yoktur). Homogenliği (tek tipli yapıyı) böyle sağlamaya çalışır. Aşağıda uzun uzun anlatacağım; Fransa bu nispeten az zararlı modeli bile altmış yıldır aşama aşama terk etti, Demokratik Devlet’e geçti.
İkinci tür, Türkiye tipi: Belli bir etnik gruba asimile olunmasını ister. (Çünkü Türkiye’de ‘Türk’ diye bir başat etnik grup vardır). Bu tür Ulus-devlet ırkçı olmayabilir, ama ırkçılıktan bir önceki istasyondur. Çünkü, homogenliği asimilasyonla sağlayamazsa, ek olarak etnik hatta etno-dinsel temizlik politikasına da girişebilir. Nitekim, aşağıda geleceğim, Türkiye Kürtlere hep asimilasyon uyguladı, Gayrimüslimlere de etnik ve dinsel temizlik. Sonra, Kürtlerin asimile olmayacağını anlayınca... Ama bunları aşağıda ele alacağım; şimdiden girmeyelim.
Bu tür bir devletin Demokratik Devlet türüne geçmesi tabii ki epey sancılı olur; zaten şu anda acıtan sancılar tamamen buradan geliyor.
Bizde bu ikisini aynı şey gibi takdim ediyorlar
İşte, bizde kimilerinin ‘milletin bölünmez bütünlüğü’nü koruyacak diye alkışladığı bu Ulus-devlet, belli amaçlarla Üniter Devlet’le aynı kaba konuyor.
Ve, demokrasinin dağılma getireceğini düşünen bazıları huzura kavuşuveriyor. Yapılan iş, dua okuyup rahatlamak gibi. Hani, evden çıkarken Ayet el Kürsi’yi okursan yetmiş melek sen dönünceye kadar senin bütün günahlarının bağışlanması için dua edermiş, öyle. “Ulus-devlet ve Üniter devlet kırmızı çizgidir” dedin mi rahatlıyorsun.
Kanlı çatışmadan rant sağlayanlara sözüm yok. Ama bu rahatlayanlar onlardan değil. Üstelik bunlar, çocukları askere gidip de gelemeyenler. Korkuları da samimi. Fakat yılların milli eğitimi (ah, Sakallı Celal!) bunlara Ulus-devlet’i ilah olarak ezberlettiği için, böyle bir refleks geliştirmişler. Aralarında, maalesef, kendilerini hâlâ solcu diye takdim edip sol’u batıranlar özel yer tutuyor. Bunlar, 1960-70’lerde kulaktan duydukları ‘antiemperyalizm’ kavramını bugün Batı (hatta, yabancı) düşmanlığı ve insan hakları paranoyası üretmekte kullanıyorlar.
Şimdi isterseniz teoriyi keselim. Tarihe girelim. Bu iki devlet türünün Fransa’da tarih içinde nasıl oluştuğunu ve nasıl muazzam bir evrim geçirerek bugünkü Demokratik Devlet’e dönüştüğünü izleyelim. Tabii, Türkiye’ye de gerekli göndermeleri yaparak.
YARIN: Bir değil, iki Fransa var
Okur Yorumları (3 Yorum)
Sizi sayar,severiz amma. - 6/9/200912:29
Sayın hocanın bazı açıklamaları bardağı biraz taşırmıyor mu? Örnek 1:"Ülkenin farklı köşeleri farklı kurallar talep ediyorsa, bu birliği bozmamak için, yine merkezde yasalar yaparak bu farklılıkları tanımak" Soru ve Yanıt:Bu çoklu hukuku gerektirmezmi? Örnek 2:"Mesela ‘İngiltere’ diye andığımız ülke basbayağı bir Üniter Devlet ama, başkent Londra dışında İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’nın kendi kuralları, hatta parlamentoları ve hükümetleri var. Londra bunu onlara tanımış." Yanıt:Olsa,olsa onların adı üniter devlettir.Okyanustan işgal edilmezlerse onlar için sakıncası olmayabilir.Ama her ülkenin kendine özel koşulları vardır.Türkiye ada devleti değildir.lütfen dikkat edelim. Örnek 3:"Demokratik Üniter Devlet’e bir diğer örnek, aşağıda uzun uzun anlatacağım bugünkü Fransa. Üniter Devlet’in mabedi kabul edilen bu ülkenin anayasası Fransız topraklarında çok çeşitli etnik nasıl yerinden yönetileceğini anlatıyor." Örnek 4:"İspanya. Yine federal olmayan bu ülkenin anayasasının 2. maddesi “Bu anayasa, İspanyol Milleti’ni oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerkliğini ve bunların arasındaki dayanışmayı tanır ve garanti eder” diyor. Bu, maddenin ikinci kısmı. Birinci kısmını merak ediyorsanız: “Bu anayasa İspanyol Milleti’nin dağılmaz birliği"vs,vs. "Diğer yandan, federasyonun da matah olduğu sanılmasın. SSCB bir federasyondu" Örnek 5:"Üniter Devlet türü, demokrasiye engel değil. Ama,........ gerektiğinde yerel yönetimlere gerekli yetkilerin tanınması lazım." Genel Yanıt:Hocam kusura bakmayın lütfen ben"biraz diyordum"ama siz bardağı bayağı taşırmış, hatta ortalığı ve altınızı ıslatmışsınız.Sizin bu tanımlarınız basbayağı federasyon,sadece adına üniter diyorsunuz.Galiba biraz APO nun yol haritasından kopya çekmişsiniz.Ayıp,ayıp.Size hiç yakıştıramadım.
ÇOĞUNLUK RIZA GÖSTERİYOR - 6/9/200912:12
Hükümeti baskı altında tutan ABD ve AB ci aydınlar esasında demokrasiyi nasıl katlettikleri ortadadır. Çoğunluk ulus devlet modeline rıza gösteriyor. . Bu çoğunluğun içinde Kürtlerde vardır. Kimler razı değil ulus devletten ? Bazı köşe yazarları, bazı akademisyenler, Ayrılıkçı kürtler ve kandırılmış kitleler. Devlete baskı yapan bu guruplar, benim yada çoğunluğun rızasını görmezden geliyor, özgürlüğümüzü gasp ediyorlar. J.Stuar Mill , özgürlüğün bittiği noktayı şöyle tarif ediyor " özgürlük başkasına zarar verdiğin noktada biter" Örneğin, alkol alma özgürlüğün var, fakat alkollü araba kullanma özgürlüğün yoktur. Türkiye ye dönecek olursak, hükümeti baskı altında tutan bu guruplar ayrıca benim devlete gösterdiğim " rızamı" elimden almak istiyorlar. Hükümet, bana ve benim gibi çoğunlukta olan vatandaşların ulus devlet rızasını, öyle bir gecede ve bana sormadan değiştirme yetkisi yoktur. Ben devlete Anayasada belirtilen esaslara göre rıza gösteriyorum ve hükümet yapacağı değişikliği bana sorması gerekir. Daha açık ifadeyle söylersem. Kürtçülerin Anayasada istediği Türkiye yi Kürtler ve Türkler kurmuştur ifadesini istemesi, benim ulus devlete gösterdiğim rızama aykırı bir ifadedir ve bana başka bir etnik kimliği dayatılmasına ne hükümetin, nede yukarda belirttiğim gurupların hakkı yoktur. Benim ve benim gibi ulus devlet modeline rıza gösteren çoğunluğun rızasını ve özgürlüğünü elinden alamazsınız , bunada hakkınız yoktur! İkinci mesele, Baskın Hoca yapısalcı ve etnocentrism bakış açısıyla " ulus devleti" önemini aşındırmaya çalışıyor. Daha önceki eleştirileimde de söylediğim gibi mutlak doğru devlet modeli AB ve ABD de vardır demek, ben merkezci -etnocentrism yaklaşımdır ve bu totaliterizme giden bir bakış açısıdır. Daha açık ifadeyle, her ülkenin tarihsel ve toplumsal yapısı ABD ve AB gibi olmak zorunda değildir. ABD yi 13 ingiliz kolonisi " federasyon yapısı" altında kurdu, AB ise ulus devletlerin birleşiminden oluşan " supranational-ulus ötesi" bir yapıdır. Dolayısıyle Türkiye ye " ulus devlet" modelinden vazgeçmesini telkin eden bu guruplar, ilerde çoğunluğun baş kaldırmasını nasıl engelleyebilecekler ? Yoksa istenen zaten Yugoslavya, Irak gibi olmamız mı ? Ulusal yapı bozulduğunda, neler olduğunu göremeyecek kadar körmüsünüz ? Baskın Hoca bunları çok iyi biliyor. Irak iç çatışmasını bir hocama telefon açarak, ne olcak bu kürtlerin hali diye herhalde sorduki, hocamın cevabı " sünnilerin, sünnilik damarı kabarmış" diyebilmekteydi. Keşke ABD Egenekon başlığı altında " ulusalcı-milliyetçileri" dinlediği kadar, kendi işbirlikçilerini dinlese ve kamu oyuyla paylaşsa. Demokrasi o zaman işler bu ülkede
biz yüzyıllar boyunca eğer yaşamız kardeş halklar isek bunun test etmenin kısa yolu var.1-türkçe özel tv kaç tane var en az 90 tane peki kürtçe özel tv o(sıfır).2-okullarda türkçe eğitim-öğretim veriliyor mu?veriliyor.peki kürtçe eğtim öğretim veriliyor mu?verilmiyor(bahsetmek bile bölücülükten sayılıyor)3-anayasada türklerden bahsediyor mu,varlığı tanınıyormu?elbette..kürtlerin varlığı tanınıyor mu?kürtlerde kim onlar anayasada türk olarak geçiyor..şimdi burda siz kardeşlik falan görüyormusunuz..EŞİTLİK OLMADAN NE KARDEŞİLİK OLUR NE BARIŞ..
Baskın Hoca dan Dersler II
Asimilasyoncu Fransa yerini demokratik Fransa ya bıraktı Fransa Azınlık Haklarının En Aşırı Türlerini Tanıdı
Bir değil iki Fransa var. Mitterrand ın 1981 de yaptığı şu saptama da bu İki Fransa nın olabilecek en veciz anlatımı: Fransa nın kurulabilmesi için geçmişte güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün dağılmaması için, siyasal iktidarın ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılması zorunlu hale gelmiştir
BASKIN ORAN
Ulus-devlet ve Üniter Devlet’in Batı’daki en mümtaz örneği Fransa idi. İdi. Bizde hep bu ülkeye gönderme yapılmasının sebebi de bu, zaten. Mesela deniyor ki Fransa ‘azınlık’ kavramını reddediyor, hemen seviniyoruz: “Koskoca Fransa reddederken, biz azınlık mı yaratacağız?”
Mesela deniyor ki Fransız Anayasası “Cumhuriyet’in dili Fransızcadır” (La langue de la République est le Français) diyor (madde 2), hemen atılıyoruz: “Bak, aynen bizim anayasamızın “[Devletin] Dili Türkçedir” demesi gibi (madde 3/1) Fransa da ‘resmî dili’ dememiş!”
Yalnız, daha ileri gitmeden söylemek zorundayım: Bir değil, iki Fransa var. Biri tarih içinde kalmış (asimilasyoncu) Fransa, biri bugünkü (demokrat) Fransa: 1) Fransa tarih içinde Merkeziyetçi Devlet’i hep yücelten bir ülke olageldi ve 19. Yüzyılda kurduğu Ulus-devlet modeliyle ciddi biçimde asimilasyon yaptı; 2) Fransa şimdi bambaşka bir ülke. Çünkü:
Bir kere, ‘azınlık’ kavramını reddeden Fransa, bugün ülkesinde kolektif azınlık haklarının ‘teritoryal’ (bölgesel) diye anılan en aşırı türünü tanımış durumda. Sınır boyları (İspanya ve Almanya sınırları) ve ada (Korsika) dahil. Bu iki noktayı vurgulayışımın sebebi: Ulus-devlet olmayan çok daha özgürlükçü devletler bile böyle ‘uçtaki’ yerlerde (hele de, adalarda!) bölgesel haklar tanımaktan nefret ederler, bir gün ayrılabilir diye.
İkincisi, “Cumhuriyetin dili” diyor ama, onun yanında (bizde çok kimsenin hiç duymadığı) “Fransa Dilleri” (Les Langues de France) diye bir kavram da var. Anayasa Madde 75-1 aynen şöyle: “Bölgesel diller Fransa’nın ortak mirasına dahildir” (Les langues régionales appartiennent au patrimoine de la France).
Zaten, Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın 1981’de yaptığı şu saptama da bu ‘İki Fransa’nın olabilecek en veciz anlatımı:
“Fransa’nın KURULABİLMESİ için, geçmişte, güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün ise, DAĞILMAMASI için, siyasal iktidarın ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılması zorunlu hale gelmiştir.”
Önce birinci Fransa’yı tarih içinde anlatalım, sonra ikinci Fransa’ya geçelim.
Aslında Fransa, merkeziyetçi olması açısından Batı Avrupa’da büyük bir istisna. Diğer ülkeler (Hollanda, İsviçre, İspanya, İtalya, Nazi dönemi hariç Almanya, vb.) hep daha ademimerkeziyetçi oldular. Hele de İngiltere. Fransa’yı anlayabilmek için asıl İngiltere’yle birlikte tahlil etmek lazım.
İngiltere tarih içinde bırakınız Ulus-devlet’i, merkeziyetçilikten bile hep uzak oldu. Çünkü henüz Merkeziyetçi Krallık’ın kurulması döneminde (buna biraz aşağıda geleceğiz) Galler’i, İskoçya’yı ve İrlanda’yı yutmak/asimile etmek istediyse de iç ortam ve koşullar bunu engelledi.
Bireysel hakları güçlendiren bu ortam ve koşullar, İngiltere’de, Ulus-devletin ruhunu oluşturan asimilasyona izin vermeyen, gerek duyurmayan, aksine, uzlaşmayı öne çıkaran bir durum yarattı.
Fransa’da olay çok farklıydı. İktidarı evrimle değil devrimle ele geçiren Fransız burjuvazisi bireysel haklar’ın yanı sıra, ilginçtir, devlet’i de yüceltti. Ama isterseniz konuyu başından alalım.
Burjuvaziyi yetiştiren ortam
İngiltere’de burjuvazinin ortaya çıkmasının ardından Fransa onu takip etti. O tarihlerde, Paris’teki kralın amacı basitti: Aristokrasiyi (feodal beyleri) zayıflatarak krallık topraklarını genişletmek. Tüccarların, yani istikbaldeki burjuvazinin de amacı basitti: Daha geniş topraklarda, hukuk ve huzur sayesinde ticareti geliştirebilmek. Çünkü iç gümrükler, farklı hukuklar ve asayişsizlik ticaret yaptırmıyordu.
Güçlerini birleştirdiler. Sonuç, aristokrasiyi denetime alan ve burjuvazinin zenginleşmesine yardım eden Mutlakıyetçi/Merkeziyetçi Devlet türü oldu; doruğu, Louis XIV dönemidir (1638-1715). Bu sayede asayiş sağlandı ve ülkede tek bir hukuk geçerli oldu. Gelişen ticaret çok daha geniş bir Ekonomik Pazar yarattı. Bunun sınırları içinde çok farklı halklar temelde aynı kültürü paylaşmaya başladılar. Böylece, 16. yüzyılın sonunda, bugün ulus adını verdiğimiz toplumsal olgu filiz vermeye koyuldu.
Bir süre sonra burjuvazi, kendisinden aldığı vergileri İngiltere’yle nafile savaşlarda ve zevkü sefada harcayan kralı 1789 ayaklanmasıyla devirdi.
Burjuvalar, iktidarlarının meşruiyet temelini (o zamana kadar tarihteki istisnasız bütün hükümdarların yaptığı gibi) Tanrı olarak ilan etmeye devam edemezlerdi, çünkü adamın kafasını uçurtmuşlardı. Zaten, dinsel etkileri temizleyen bir Aydınlanma Çağı yaşanmıştı.
Meşruiyet temeline kendi sınıflarının adını da koyamazlardı çünkü halk tabakaları tepki gösterirdi. Egemen bir etnik grup da yoktu adını verecek.
J.-J. Rousseau’nun (1712-1778) fetvasını yazdığı gibi, meşruiyet temelini millet olarak ilan ettiler, halloldu.
Yani, milliyetçilik ideolojisinin Fransa’daki ilk işlevi, iktidarın kraldan/aristokrasiden burjuvaziye geçişini temellendirmek oldu.
Burjuvazi devleti yıkıyor ama devletçi çıkıyor
Mutlakiyetçi/Merkeziyetçi Devlet sayesinde gelişen burjuvazi onu yıkmıştı. Ama, dediğim gibi, bireysel haklar’la birlikte güçlü devlet kavramını da getirmişti.
Bunun somut ifadeleri, bizzat, tarihte ilk defa ‘insan hakları’ kavramını ortaya atan ‘1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi’nde görülür. Şu tip cümle ve terimlerde: “Yasaya uygun olarak yakalanan, direnirse suçlu olur” (madde 7), “...meğer ki, bu inançların açıklanması, yasayla kurulan kamu düzenini bozmuş olsun.” (madde 10), “Yurttaş, ifade özgürlüğünün kötüye kullanılması hallerinden sorumlu olur” (madde 11), “Kamu gücü, herkesin yararı için kurulmuştur” (madde 12).
Çünkü Fransız burjuvazisi devlet’e muhtaçtı:
1) Bir İngiliz veya Amerikan burjuvazisine oranla zayıftı. Nitekim, İngiltere dünyayı egemenliği altına almış, mesela 1763’te Fransa’yı Kuzey Amerika’daki bütün sömürgelerinden atmıştı.
2) Fransa’da krallık, aristokrasiyi Versailles Sarayı’na bir tür hapsetme sonucu topraklarının başından uzaklaştırarak bir karikatür haline sokmuştu. Yani güçlüydü. Burjuvazi onu devirmek için aşağı sınıflarla (sans-culottes, ‘Donsuzlar’) ittifak kurmak zorunda kalmıştı. Şimdi onlardan korkuyordu. Tabii, gelişmekte olan işçi sınıfından da.
3) Burjuvazinin nispi zayıflığı nedeniyle, Fransa topraklarında yerel diller (patois) güçlüydü.
4) İngiltere emperyalizme başlamıştı ve gittikçe hızlanan Sanayi Devrimi’nin hammadde, pazar, sermaye ihracı gibi ihtiyaçları karşısında rekabet etmek gerekiyordu.
İşte, zaten merkeziyetçi gelenekten gelmekte olan Fransa, 1789’dan sonra bu muhtaçlıklar nedeniyle Ulus-devlet mekanizmasını icat ederek içte asimilasyon’a, dışta emperyalizme girişti.
Asimilasyon; çünkü Fransa’da Bask, Breton, Norman, Kors gibi yerel kültürler ve diller yeni ‘ulusal’ kültüre direniyorlardı. ‘Birlik-beraberlik’ sağlanacaktı ki kolayca yönetmek mümkün olsun. Birlik-beraberlik deyince, tabii, 1871 Paris Komünü denemesini yapmış olan proletaryanın baş eğdirilmesini de unutmamak lazım.
Emperyalizm; çünkü hem ulusal sınırlar ticarete artık dar geliyordu, hem de İngiltere’yle rekabet edebilmeliydi.
Bütün bu anlattıklarımı şu formülle özetleyebiliriz:
Burjuvazi + Kral ‡ Mutlakıyetçi/Merkeziyetçi Devlet ‡ Asayiş ve Tek Hukuk ‡ Ticaret ‡ İç Ekonomik Pazar ‡ Ortak dil, kültür, vs. ‡ Millet ‡ Milliyetçilik ideolojisi ‡ Ulus-devlet ‡ İçte Asimilasyon, Dışta Emperyalizm.
İngiltere niye ‘Ulus-devlet’ olmadı da özgürlükçü oldu?
1) İskoç ve İrlanda aristokrasisi (/feodalitesi/asilleri) İngiltere’nin işgal ve asimilasyon çabalarına ciddi biçimde direndi (‘Cesur Yürek’ filmini hatırlayınız); 2) İngiliz burjuvazisi çok erken güçlenerek bütün bu bölgeleri ekonomik (ve tabii, kültürel) etkisi altına aldı; asimilasyon uygulamasına lüzum kalmadı; 3) İngiliz burjuvazisi, Fransa’da olduğunun aksine, aristokrasiyi bir devrim’le (ihtilalle) alt edip iktidarı zapt etmedi. Geçiş, bir evrim biçiminde oldu. Çünkü: a) Aristokrasi, Merkeziyetçi Krallık’ı çok erken bir tarihte, daha Osmanlı Beyliği’nin kurulmasından bile seksen dört yıl önce, 1215’te Magna Carta’yla sınırlamıştı. Düşününüz ki, Osmanlı’da bu belgeye karşılık düşen Senet-i İttifak 1808, can ve mal emniyetini getiren Tanzimat Fermanı ise 1839 tarihlidir. Biri beş yüz doksan üç, öteki altı yüz yirmi dört yıl sonra! b) Bizzat bu aristokrasi, daha 16. yüzyılın başından itibaren burjuvaziye dönüşmeye başladı. Zorla çevirip otlak haline soktuğu köylü tarlalarında (‘Çitleme Hareketi’) koyun otlatıp yününü satarak. Dikkat ettiyseniz, bizim kestirmeden ‘İngiltere’ diye etnik bir adla anıverdiğimiz devletin isminin katiyen bu olmayışı, ‘Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı’ gibi tamamen teritoryal (toprağa ilişkin) bir isim oluşu çok şey söylüyor.
Yarın: Fransa’da Fransızca ne zaman öğrenildi?
Hangi Fransa? - 7/9/200911:10
Göçmenlerine ayrımcılık uygulayan, her sene Paris in banliyöleri ateşler içerisinde yanan Fransa değil mi o çok övdüğünüz modern demokratik Fransa?
adelibalta - okurun diğer yorumları için tıklayınızYorumu Oyla 10
Muazzam bir teori! - 7/9/200910:59
12 Eylül öncesi yığınla sol fraksiyon vardı. Her bir fraksiyon muazzam bir teoriye dayanıyordu! Bakın Hocanın yazısı bana bu fraksiyonları hatırlattı. Dünyayı sömürmüş, hala sömürmeye devam eden ülkelerden bize örnekler sunuyor. Demokratik Fransa da kime sorsan "ben Fransızım" der. Ben Fransa vatandaşıyım demez. Eğitimde Fransızcadan başka bir dil kullanılmaz. Anlaşılan Baskın hoca okuduğunu anlamadığı gibi, gördüğünü de anlamıyor, ya da anlamazlıktan geliyor.
cengizkizilcay -
Jah People - 7/9/200910:53
Arkadaşımızın atladığı bir nokta var. Kaldı ki, Kürdistan coğrafyası da emperyalistlerin de desteğiyle dört devlet tarafından sömürgeleştirilmiştir. Biz biliyoruz ki, İsmail Beşikçi nin tezlerinden bu yana solun önemli bölümü bu gerçeği kabul eder. Bizde "sömürge" kavramı hep deniz aşırı bir toprak parçasında egemenlik olarak algılandığı için bu gerçeği kavramk çok zordur. Türkiye Cumhuriyeti nden örnek verelim. Türkiye Devleti 1923 te Lozan da emperyalistlerle anlaşarak Kürdistan coğrafyasının dörde bölünmesine katkıda bulunmuş ve kendi payına büyük bir parça düşmüştür. Bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynakları zengin olduğu halde neden fakirlikyaşandığı" sorusu gerçekten sorulmalı. Çünkü Türk burjuvazisi Türkiye Kürdistan ının kaynaklarını sömürmüş, bölgeye tıpkı sömürge valileri gibi önce umumi müfettişler, sonları da OHAL Valileri atamıştır. Onunla da kalmamış dilleri ve ulusal kimliklerini sok etmeye çalışmıştır. Başka ülkelerin sömürgeciliği kötü ama TC nin sömürgeciliği daha iyi değil mi?
Fransa da ülkesel Türkiye de etnik üst-kimlik -3
Asimilasyoncu Fransa yerini demokratik Fransa ya bıraktı
08/09/2009 12:44
Zurnanın zırt dediği yer, üst-kimliği teritoryal (ülkesel) olarak saptamış Fransa nın aksine, Türkiye Cumhuriyeti nde üst-kimliğin etnik (Türk) olarak saptanmış olmasıydı
BASKIN ORAN (Arşivi)
Türkiye’de Ulus-devlet’i küçük burjuvalar kurdu
Azgelişmiş ülkelerde (ve biraz farklı olarak Türkiye’de) Ulus-devlet’in ortaya çıkması, yukarıda verdiğim özet-formülün (Burjuvazi+Kral... Dışta Emperyalizm), bir anlamda, bıraktığı yerden devamla oldu.
Emperyalizmle doğrudan tanışan Afrika gibi yerlerde metropol ülkenin açtığı misyoner okulları Batı kültürü getirdi.
Osmanlı’da ise Avrupa’ya iki dalga halinde giden öğrenciler ülkelerine Batı kültürü taşıdılar. Bunlar, döndüklerinde Birinci Meşrutiyet’i (1876) kuran ‘Yeni Osmanlılar’ ile İkinci Meşrutiyet’i (1908) kuran ‘Jön Türkler’ idi. Batı Avrupa’da 17.-18. yüzyıllarda yaşanan Aydınlanma Çağı’nı kendi ülkelerine ithal ettikleri için bunlara ‘Aydın’ dendi. Sınıf kökeni olarak, küçük burjuvazinin okumuş kanadından geliyorlardı.
Bu küçük burjuvalar, aynen 1789’daki burjuvazinin yaptığını yaptılar: Devleti (Osmanlı’yı) yıktılar ve onun yerine çok daha merkeziyetçi bir devleti, yani Ulus-devlet’i kurdular.
Hemen ardından, kendilerinden başka modern devlet yönetme bilgisine sahip sınıf olmaması sayesinde bir ideoloji (milliyetçilik) formüle ettiler. Onu uygulayarak, Fransa’da öğrendikleri Jakobenliği (tepeden inmeci ‘toplum mühendisliği’ni) uygulamaya koyuldular. Tabii, dışta emperyalizme girişecek halleri yoktu; içte asimilasyona giriştiler.
Asimilasyon, ulusun ‘u’sunun olmadığı bir ortamda zor kullanarak (Tek Millet, Tek Dil, Tek Lider, vs.) bir ‘Ulus’ inşa etmek, yani ülkedeki çok farklı unsurları (özellikle Kürtleri) ülkedeki egemen etnik-dinsel unsur (Türkler) içinde eritmek anlamına geliyordu.
Bu çok zor politika, hâlâ dinsel niteliklerini koruyan bir ortamda, Türk-olmayan göçmen Müslümanlarda (Pomak, Boşnak, hatta Çerkes, vs.) çok başarılı oldu. Ama göçmen-olmayan, Anadolu’nun otokton (yerli) halkları açısından durum pek öyle değildi.
Gayrimüslimlere temizlik, Kürtlere asimilasyon
Bir kere, dinleri farklı olduğu için, Gayrimüslimleri asimile etmek düşünülemezdi. Onun için Cumhuriyet bunları, Lozan’ın koruyucu hükümlerini (Madde 37 ilâ 44) açıkça ihlal ederek, sistematik bir ayrımcılık politikasıyla etnik-dinsel temizlik’e tâbi tuttu. Lozan’ın hemen ardından başlayan bu süreç, doruk noktasını 1942 Varlık Vergisi ile 6-7 Eylül 1955 pogromunun oluşturduğu olaylarla sürdürüldü. (Pogrom, azınlığa çoğunlukça yapılan devlet destekli saldırıdır). Bugün de, hâlâ tasfiye edilemeyen ‘1936 Beyannamesi’yle sürdürülüyor.
Sonuçta, Osmanlı’nın en güçlü döneminde nüfusun 1/3’ünü oluşturan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında oranları 1/55 olan Gayrimüslim vatandaşların oranı günümüzde 1/1000’e düştü. Hani, ‘İstanbul’da Vatikan kuracak’ olan Rumlar var ya, sayılarını başarıyla iki bin’e indirmiş bulunuyoruz. Yetmiş iki milyonda iki bin’e.
Diğer otokton halkların en önemlisi Kürtler idi. Bunların yaklaşık tümünün Müslüman, yüzde 75’ininin de Sünni oluşu asimilasyona elveriyordu. Nitekim, bir kısmı asimile edildi. Ama çeşitli nedenlerle (ülkenin ekonomik pazarına dahil edilmeme, tecrit edilmiş bir bölgede yoğun yaşama, isyanlar, aşağılanma, baskılar, vb.) büyük çoğunluk asimile edilemedi. Bunda, ‘Türk’ unsuruna “Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanım, Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun!” biçiminde yapılan bunaltıcı vurgunun itici rolü de büyük oldu.
Zurnanın zırt dediği yer, üst-kimliği teritoryal (ülkesel) olarak saptamış Fransa’nın aksine, Türkiye Cumhuriyeti’nde üst-kimliğin etnik (‘Türk’) olarak saptanmış olmasıydı. Osmanlı’dayken bütün alt-kimlikler ‘Osmanlı’ üst-kimliğinde toplandığı için kuramsal bir sorun çıkmıyordu. Ama Türkiye’de, (hele de rejimin başlangıç yıllarında) bizzat kendisi bir etnik alt-kimlik olan Türk unsurunun aynı zamanda üst-kimlik ilan edilmesi, herkesin Türk oluverdiğinin ilanı, Kürtlerde büyük tepki doğuracaktır. (Bkz. iki şemalar).
Sonuçta, Mesut Yeğen’in bu terimleri taşıyan kitabında hatırlattığı gibi, bir dönem “Müstakbel Türk” olmaları umulan Kürtler asimile edilemeyip de direnince, 2005’te Genelkurmay tarafından “Sözde Vatandaş” biçiminde “tenzil-i rütbe”ye uğratılacaklardır. Nihayet, 17.08.2009 tarihli Cumhuriyet’te Prof. Mümtaz Soysal onların K. Irak’a gönderilmesini önererek vatandaşlıktan atmayı da bir tür tamamlamış olacaktır.
Bu son anlattıklarımı da, yukarıda “... Dışta Emperyalizm” diye biten formülün bir devamı olarak şu formülle özetleyebiliriz:
‘ Batı kültürü ‘ Aydınlar ‘ Ulus-devlet ‘ Milliyetçilik İdeolojisi ‘ Millet İnşası ‘ “Herkes Türk’tür” ‘ Kürt milliyetçiliği / direnişi
Türkiye’nin Kürt sorununu bu formül özetler. Kemalist aydınlar Fransa’yı taklit ederek içte asimilasyon uygulamışlardır, herkesi Türk yapıp çıkmışlardır, bu da Kürt tepkisi doğurmuştur.
Bendeniz, doğrusu, o zaman bu yapılanları kendi dönemi açısından çok acayip bulmuyorum. Düşünün ki bütün Avrupa size “Türkler Avrupa’nın hasta adamı” diyor. Osmanlı size “Etrak-ı bÓ idrak” diyor. “Türk ne bilir âdâbı, lak lak içer ayranı” diyor. 1930’lara gelince bütün Avrupa, bırakınız faşizmi, resmen ırkçı rejimlerle dolup taşıyor. İsviçreli, Macaristanlı profesörler Kemalizm’e harıl harıl Türkçü teori üretiyor. Son derece tahrik edici.
Ama, müsaadenizle, artık seksen altı yıl sonra bunların bu kadar ters sonuç verdiği ortadayken, Kürtleri bu kadar yabancılaştırdığı ortadayken devam ettirilmesini ve savunulmasını korkunç buluyorum. Bunca rezalete sebep olan, ülkeyi bu kadar bölen, insanı ve haklarını bu kadar yerin dibine batıran bir Türkçülük anlayışını tek kelimeyle kor-kunç buluyorum.
Bir de kalkıp Fransa’yı örnek göstermeleri yok mu, deliler gibi gülmek istiyorum. Fransa 1950’den beri muazzam bir değişime uğradı ve azınlıkları açısından inanılmaz bir ademimerkeziyetçi/demokratik yapı kurdu. Onlara her türlü kolektif ve hatta teritoryal azınlık hakları verdi. Bazıları Fransa’yı hâlâ 1950 öncesi Fransa sanmakta.
Jakonbenliğin bayrağını Fransa icat etmişti, onun çöpe attığını şimdi Türkiye sırtladı taşıyor.
Şimdi, bu “ikinci Fransa”yı, bugünkü Fransa’yı görelim.
Büyük Fark: Fransa’da Frank yok ama Türkiye’de Türk var
Burjuvazisi olmadığı için, ‘millet’i Fransa kadar bile inşa edemeyen Türkiye, asimile edici platform olarak ‘Türk Devleti’ kavramını ve ‘Türkçe’yi kullanmıştır. Aynen, Fransa’nın Fransızcayı kullanmış olması gibi. Ama iki asimilasyon arasındaki fark muazzamdır: Fransa’da herkesin değerlerine asimile edildiği Frank diye bir etnik grup yoktur, onların da Fransızca diye bir dili. Franklar, İ.S. 5. Yüzyıl başında bu toprakları işgal ederek ‘Francia’ adını veren bir Germen boyudur. Fransızca da Romalıların Latincesinden türemiştir. Oysa Türkiye’de herkesin asimile olması istenen ‘Türk’ diye bir etnik grup ve onların dili Türkçe vardır. Bu etnik grubun değerlerinin ‘üst-kimlik’, Türkçenin de ‘bütün vatandaşların anadili’ olarak empoze edilmesi, ikinci önemli etnik grup olan Kürtleri Türkiye’ye çok yabancılaştıracak, bitmek tükenmek bilmeyen ayaklanmalara yol açacaktır. Fransa adının Germenlerden geldiğini bildikleri bile çok şüpheli olan kimselerin, ‘Türkiyeli‘ üst-kimliğine akıllara seza bir itirazı da var: ‘Fransalı demiyoruz ki, Fransız diyoruz!’. Duyan da, bu iki terimi farklı sanacak. Bugün Fransız dediğimiz insanlara Osmanlı’da ‘Fransevî’ denirdi; Fransalı demekti. Bizim ulusalcılar büyük olasılıkla ‘Britanyalı’ (British) terimini de duymamışlar; sadece ‘İngiliz’i bilmekteler. ‘Türkiyeli’ teriminin ‘British’le tamı tamına paralel olduğunu idrak etmeleri epey zaman alacağa benzer. Ulusalcılarımızın, Atatürk’ün “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” özdeyişi üzerine oturup düşündüklerini de sanmıyorum. Atatürk ‘doğana’ demedi ve bu o zamanın ırkçılık atmosferi için çok ileri bir anlayıştı ama, on milyon dolarlık soru: Ya vatandaş “Türk’üm” demiyorsa ne olacaktır? Cevap maalesef şu olmuştur: Mutsuz olacaktır, yani edilecektir.
Hyetert
|