Yazının bize izin verilen kısmını aşağıda paylaşıyorum. İyi günler
40 yıl önce... 40 yıl sonra...
Şark cephesinde değişen çok şey var.
"Anne gavur ne demek; ben gavur muyum?" Mardin de, Gül Mahallesi nde, bir zamanlar aralarında benim de bulunduğum öğrencilerle kaynayan ilkokulun merdivenlerinden birine oturmuş, serseri serseri akmaya başlamış bilincimi dinliyorum. Okulun ilk günleriydi. Beni bir köşeye sıkıştırıp yüzüme söyledikleri "Gavur" kelimesini ilk duyuşumdu... 60 ve 70 li yıllarda, görmüş geçirmiş Mardin, muhtemelen memleketin "en aydın, en demokrat" şehirlerindendi; bir ihtimal Paris ya da Londra gibi. Herkesin bir diğerine davranış biçimi, "kendisi gibi" kabul edişi, eşiti muamelesi yapışı, hep söylenegeldiği gibi mükemmele yakındı... Ama bu, bir tür "içgüdüsel nefret" sayılabilecek "benim gibi olmayan ikinci sınıftır" davranışının tamamen ortadan kalkmış olduğu anlamına da gelmiyordu. Yeri zamanı geldiğinde yüzeye çıkıveriyordu işte: Henüz 7 yaşındaki bir Müslüman çocuk, aynı yaşlarda bir Süryani çocuğu, "Sen benim gibi değilsin" diyarlarına sürmekten imtina edemiyordu... Geçmiş zaman zihnimi dağıtmaya devam ederken, merdivenden kalkıp, basamakları bariz bir hüzünle iniyorum. Daha da daralmış gibi görünen sokaklardan geçerek, merdivenlerden inerek çıkarak eski sokağımıza, evimize varıyorum. İki günde bir annemin yoğurduğu hamuru, ekmek yapması için getirdiğim Mustafa Amca nın fırını hâlâ yanıyor. Kendisi yok tabii... Oğlu da değil, torunu var yerinde. Kırk yıl öncesinden söz ediyorum. Mustafa Amca nasıl olsun yerinde? Dünya bu, dönüp duruyor. Dede-nine gidiyor, çocuk-torun kalıyor; sonra diğeri, sonra da bir başkası. Tek bir insanın ortalama ömrü nedir ki, kaç milyar yıldır dönüp duran dünyanın ömrü yanında? Hiçbir şey! Ama Mardin deki olağanüstü taş evler yıllara dayanmış. Hem de kaç kuşak boyu! Onlara kötü davranılmış, sağları solları çimentoyla-kireçle-plastikle eğilmiş-bükülmüş-bozulmuş ama yine de "bana mısın?" dememiş, sabretmişler. Bizim ev de öyle işte. Gerçi yaşlanmış, saçı sakalı ağarmış, kapısına kilit vurulmuş ama yerinde ve ayakta işte! Ama ne kadar da küçükmüş böyle? O bize top sahası büyüklüğünde görünen avlu, ben ve kardeşlerimin topluca uyuyabildiğimiz odası ne kadar minikmiş! Sokağımız da öyle. Kollarımı açtığımda her iki duvarına dokunabiliyorum şimdi; koş koş bitmezdi oysa... Minibüsle geldiğim Cumhuriyet Meydanı nda, tanıdığım Mardin le karşılaştım! Meydanın manzaralı üst noktalarından birine kurulmuş kahveye girip, bir an dahi vakit kaybetmeden espresso ların espresso su kabul ettiğim "mırra" ısmarladım. Eski usül okey pişti kareleri de vardı etrafta, kızlı erkekli sohbet masaları da. Ve tabii turistler de. Minibüsten inip kahveye çıkana kadar dahi renk renk, millet millet yabancı gezgine rastladım. Şehre gelmiş, "insan"ın geçmişe doğru izlerini sürmeye heves etmişlerdi... Etraftaki masalara kulak kabarttım. Arapça ydı sohbetler genellikle. Biraz Kürtçe, biraz da Türkçe. Bazen de iki ya da üç dil karışık dönüyordu; cümleye Arapça başlıyordu biri mesela, Kürtçe ilerliyor, Türkçe "cep telefonu" diyerek nihayete erdiriyordu. Burada da iktidardaydı cep telefonu. Herkes konuşuyordu; ama durmadan, ara vermeden. Biz ne yaparmışız bu cep telefonu öncesi? Yazının devamı National Geographic Aralık sayısında.
|